BENLİĞİMİZİN KAYNAĞI BEYİN DEĞİLDİR
Mükemmel Donanımı ile İnsan Beyni

              Önceki bölümlerde detaylarına değindiğimiz algılar dünyası, elektrik sinyalleri yoluyla meydana gelen yapay bir dünyadır. Peki bu sinyalleri yorumlayıp, onları tanıdığımız bir dostumuza, güzel bir çiçeğe, uçsuz bucaksız bir manzaraya, annemize, sokakta oynayan çocuklara, sevimli bir yavru kediye dönüştüren beynimiz midir?

             Teknik anlamda sinyallerin beyinde yorumlandığı doğrudur. Materyalistler buradan yola çıkarak, bir beynin içindeki nöronlardan ibaret olduğumuzu ve yaşadığımız dünyanın bu nöronların birbirleri ile olan iletişiminin bir sonucu olduğunu iddia ederler. Düşünen, gülen, sevinen, karşısındaki insanı tanıyan, yorum yapabilen varlığın, DNA'yı keşfeden materyalist evrimci fizikçi Francis Crick'in deyimiyle, "bir nöron yığını" olduğunu savunurlar. Bir materyalist için insanın nasıl düşündüğü ve algılardan nasıl anlam çıkardığı önemli değildir. Önemli değildir, çünkü bunlar için yapabileceği bir açıklama yoktur. Ona göre her şey, maddesel anlamda incelenmelidir. Oysa bu, insanları Allah inancından uzaklaştırmak için ortaya atılmış büyük bir yalandır.
Bunu daha detaylı açıklayabilmek için beyni genel hatlarıyla tanımak yerinde olacaktır.

Beyindeki nöronlar, diğer nöronlarla binden on bine kadar bağlantı yapar. Bunların birleştiği noktalara sinaps adı verilir. Bu noktalar bilgi alışverişinin yapıldığı yerlerdir. Beynin bu alışverişinin muhtemel permütasyonları ve kombinasyonları, yeryüzünün başlangıcındaki tüm parçacıkların sayısını geçmektedir.

                  İnsan beyni dünyanın en kompleks yapılarından biridir. Yeni doğmuş bir bebeğin beyni 100 milyar sinir hücresine sahiptir. Bu miktar, bir beynin sahip olabileceği en fazla nöron (sinir hücresi) sayısıdır. İnsan beyninde nöron sayısı hiçbir zaman artmaz, zaman ilerledikçe sadece azalır. Nöronlar sinir sisteminin en temel ve işlevsel yapı birimleridir. Her nöron diğer nöronlarla binden on bine kadar bağlantı yapar. Bunların birleştiği noktalara ise sinaps adı verilir. Bu noktalar, bilgi alışverişinin yapıldığı yerlerdir. Profesör Ramachandran'a göre; "beyin aktivitesinin muhtemel permütasyonları ve kombinasyonları, yeryüzünün başlangıcındaki bilinen tüm parçacıkların sayısını geçmektedir."

               Beyindeki bir sinir hücresi, hücrenin metabolizmasını sürdürmesi, proteinleri sindirmesi ve hücrelerdeki işlemlerin yapılabilmesi için gereken tüm yardımcılara sahiptir.

            Bir nörondan sayısız dallara ayrılmış dokungaçlar çıkar. Bunlara dentrit adı verilir. Dentritlerin yaşamdaki en büyük işlevleri diğer nöronlardan gelen elektromanyetik mesajları almak ve mesajları, bunların ait olduğu hücrelere götürmektir. Dentritler, hücreden ayrıldıkları noktada nispeten kalındırlar ama daha sonra düzinelerce hatta yüzlerce dala ayrılırlar. Çok daha incelirler ve her defasında daha da incelirler. Dentritlerin sayısı, hücrenin fonksiyonuna bağlı olarak değişir.
Nörondan ayrılan bir başka uzantı daha vardır. Buna akson adı verilir. Bunun görevi, diğer nöronlara bilgi taşımaktır. Bu bilgi, elektrik akımı şeklinde olur. Beyinde, özellikle nörokimyasallar için saklama depoları bulunmaktadır. Bu keseler, mesajları devredeki bir sonraki hücreye taşımak için kimyasallar salgılarlar. Bu yolla nöronlar, bilgiyi, aksonları vasıtasıyla bir sonraki nörona taşırlar. Bir başka deyişle bir başka nörondan iletilen bilgiyi dentritler alır, aksonlar ise diğer nöronlara iletirler. Aksonlar bir metre kadar uzayabilirler veya milimetrenin onda birine kadar küçük olabilirler.

                   Tam olarak ne kadar farklı tipte nöronun beyinde bulunduğu yanıtlanamamış bir sorudur, yapılan tahminler 50 farklı nöronun bulunduğunu belirtmektedir. fiekillerindeki, büyüklüklerindeki, bağlantı tiplerindeki ve nörokimyasal içeriklerindeki farklılıklara rağmen, bütün nöronlar neredeyse aynı şekilde bilgi taşırlar. Birbirleriyle elektrokimyasal bir dille konuşurlar. Bir nörondan çıkan ve diğeri tarafından alınan bilgi, pozitif yüklü atomlar veya iyonlar tarafından meydana getirilen elektrik sinyalleri şeklinde alınırlar. Bunlar özellikle pozitif yüklü sodyum ve potasyum iyonları ve negatif yüklü klorid iyonlarıdır. 100 milyar nöronun tamamı, birkaç binden 100 bine kadar farklı nöronla bağlantı kurar. Genel bir hesaplama ile yetişkin bir insanın beyninin 100 trilyon sinaps (bağlantı noktası) meydana getirdiği söylenebilir.
Craig Hamilton, bu konuyu şöyle açıklar:
Şimdiye dek geliştirilmiş en kompleks şebeke hangisidir? Eğer İnternet olduğunu düşünüyorsanız bir tahminde daha bulunun. Yüz milyar nörondan meydana gelen elektrokimyasal matris sayesinde insan beyni internetin sadece güzel bir örümcek ağı gibi görünmesini sağlıyor. Her bir nöronun, 50.000 diğer nöronla bağlantısı olduğu düşünülürse, bu da toplamda yüz trilyon bağlantı anlamına geliyor.
              Bir nörondaki bilgiyi ileten aksonun, bir başka nöronun dendritine ulaştığı noktada meydana gelen boşluk, yani sinaps, bir santimetrenin milyonda biri kadardır. Dolayısıyla, akson ve dendritler birbirlerine dokunmazlar. Bağlantıları saniyenin binde birinde gerçekleşir. Bazı nöronlar birkaç dendrit şeklinde filizlenirler. Diğerleri ise, neredeyse bir orman oluşturacak kadar çok dendrite sahiptir. Eğer bir insan, beyninde gerçekleşen bağlantıları saymaya kalkışırsa, her birini bir saniyede saymak koşuluyla, tamamını sayıp bitirmesi 3 milyon yılını alacaktır. Bu, yaklaşık 42.000 insan nesli demektir. The New Yorker gazetesi yazarlarından Cornell Üniversitesi'nden Diane Ackerman, An Alchemy of Mind (Zihnin Simyası) adlı kitabında, bu kompleks sistemle ilgili şu sayısal detayları vermiştir:
Ne kadar imkansız gözükse de evrendeki yıldızların sayısı kadar çok beyin hücresi bağlantısına sahibiz. En azından bize görünen evreni kastediyorum, çünkü ölçülebilir evrenin %96'sı bizim için görünmezdir. Sadece bir saniye için uzayın sonsuzluğunu gözünüzde canlandırın... Daha sonra bir beynin içindeki mikroskobik hareketliliği düşünün. Tipik bir beyin 100 milyar nöron barındırır ve vücudun oksijeninin çeyrek miktarını yakar. Sadece yaklaşık 1.5 kg gelmesine rağmen vücudun kalorilerinin büyük bir bölümünü tüketir. 10 watt'lık bir ampul oranında elektrik enerjisi kullanmaktadır. Beynin tek bir kum tanesinden daha büyük olmayan tek bir noktasında 100.000 nöron, yaklaşık bir milyar sinaps ile çalışarak işlerini yapar. Sadece beyin kabuğunda (serebral korteks), 30 milyar nöron, her biri 1 inç'in (1 inç = 2.54 cm) milyarda biri kadar büyüklüğündeki 60 trilyon sinapsta buluşur.

Bilgisayarlar, beynin mükemmel sisteminin yalnızca bir taklididir. Beyinde tek bir bit'lik bilgi, anında tam 100.000 nörona yayılabilmektedir. Dolayısıyla beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüz binlerce kat daha hızlıdır. Günümüz teknolojisi ile bunu gerçekleştirmek ise imkansızdır.
                  Verilen bu bilgiye göre, eğer her saniye beyin kabuğunda meydana gelen tek bir sinapsı sayacak olursak, bunu saymayı 32 senede bitiremeyiz. Eğer muhtemel nöral devreleri (beyinde kendisine ulaşan sinyalleri çeşitli şekillerde yorumlayan ve değerlendiren merkezler) de dikkate alacak olursak, hiperastronomik bir sayı ile karşılaşırız: 10'un arkasında en az bir milyon sıfır.

           Bu konuyla ilgili en şaşırtıcı gerçeklerden biri de, olağanüstü rakamlara sahip olan bir insan beyninin, hiçbir zaman bir başkasının beyni ile aynı olmamasıdır. Tek yumurta ikizlerininki bile aynı değildir. Bir başka deyişle bu hayranlık uyandırıcı komplekslikteki sistem, Allah'ın dilemesiyle her insanda ayrı ayrı düzenlenmiş ve farklı bir yapı şeklinde meydana gelmiştir. Ama hala aynı kompleksliği barındırmaktadır.

                    Bilgisayarlar, beynin mükemmel sisteminin taklit edilmesi yoluyla üretilmektedir. Bilgisayar teknolojisinde en büyük firmalardan biri olan IBM'in deneyimli teknoloji uzman? Kerry Bernstein, beynin birçok yönüyle bilgisayar tasarımında taklit edildiğini ancak beyindeki tasarımın aynı kalitede kopyalanmasının var olan hiçbir teknolojiyle mümkün olamayacak kadar mükemmel olduğunu belirtmektedir. Bernstein konuyla ilgili olarak şu açıklamaları yapmaktadır: "Beyinde olağanüstü bir paralellik hakim. Yani tek bir bit bilgi, bir anda tam 100.000 nörona yayılabiliyor. Böylece beyin, bilinen en hızlı bilgisayardan yüz binlerce kat daha hızlı oluyor. Bizim ise bunu elektronikte gerçekleştirebilmemiz mümkün değil." Dolayısıyla, beyin için yapılan bilgisayar benzetmesi son derece basit ve beynin üstün kapasitesi hakkında yeterince delil teşkil etmeyen bir benzetmedir. Rockefeller Üniversitesi Nörobilimler Enstitüsü Başkanı, Nobel Tıp Ödülü Sahibi Gerald M. Edelman bunu şu şekilde açıklamıştır:
Öncelikle, bir seri önceden belirlenmiş sinyale sahip manyetik bilgisayar parçası gibi, dünya, beyne önceden sunulmamıştır. Ama yine de ... beyin öğrenmeye ve hafızaya aracılık eder ve aynı anda vücut fonksiyonlarını düzenler. Sinir sisteminin, görüş, ses vs. gibi farklı sinyalleri algısal kategorizasyonlarını gerçekleştirme ve bunları daha önceden belirlenmiş bir kod olmadan tutarlı sınışara bölme yeteneği kesinlikle özeldir ve bilgisayarla karşılaştırılamaz bile. Bu kategorize etme işleminin nasıl gerçekleştiği henüz tam olarak anlaşılamamıştır...

Dış dünya ve insanı insan yapan özellikler beynin neresindedir? Kör ve şuursuz atomların birleşmesiyle meydana gelen nöronlar böylesine yüksek bir bilincin kaynağı olabilir mi?
Kuşkusuz ki olamaz. Bunların kaynağı, yalnızca insan ruhudur.
          Beyindeki sistem, gerçek anlamda mükemmeldir. Ancak burada bahsettiklerimiz, nöronların birbirleri ile etkileşimleri; akson ve dendritlerin kompleks bir sistem dahilinde bilgiyi alıp iletmelerini kapsamaktadır. Peki beyindeki "dış dünya" ve insanı insan yapan özelliklerin kaynağı nerededir? Kör ve şuursuz atomların birleşmesiyle meydana gelen nöronlar ve onların meydana getirdiği beyin, böylesine yüksek bir bilincin kaynağı olabilir mi? Profesör Vilayanur S. Ramachandran, bu konuyla ilgili şunları söylemektedir:
           Genel inanış bu olmasına rağmen, zihinsel yaşantımızın tüm zenginliğini – tüm duygularımızın, hislerimizin, düşüncelerimizin, hırslarımızın, sevgimizin, inançlarımızın, hatta her birimizin kendi özel ve kişisel benliğimizin – sadece kafamızın içinde, beynimizin içindeki küçük jöle zerreciklerinin bir aktivitesi olarak düşünmek beni şaşırtmaktan alıkoymamıştır.
               Bu durum materyalistler için şaşırtıcıdır, çünkü materyalistler, insanı insan yapan tüm unsurları, insanın sevincini, endişelerini, inançlarını, insanın kendi kişisel benliğini beyninin içinde bir yerlerde ararlar. Bir dostunu gördüğünde insanı sevindirenin, bir yavru köpek gördüğünde insanın içini coşturan duygunun, insanın karar verme, inanma, hissetme, duygulanma, sevinme, üzülme gibi hislerinin kaynağının nöronlar olduğunu iddia ederler. Ancak beynin içine girip nöronları inceleyen bilim adamları ve nörologlar, bunların hiçbirinin kaynağını beynin içinde bulamamışlardır. İşte bu yüzden yeni bir tanımlama yapmışlar ve insanı insan yapan unsurların kaynağı "bilinçtir" demişlerdir. Peki bilinç nasıl bir şeydir ve acaba materyalistler tarafından açıklanabilmiş midir?

Materyalistlerin Açıklayamadığı "Bilinç" Kavramı


        Eğer gören gözlerimiz değilse, kapkaranlık mekan içinde göze, retinaya, merceğe, göz sinirlerine ihtiyaç duymadan rengarenk bir çiçek bahçesini seyreden ve bundan zevk alan kimdir?

            Kulağa ihtiyaç duymadan elektrik sinyallerini tanıdıklarının sesi gibi duyan, bu sesleri duyduğunda sevinen, bu sesleri tanıyan varlık kimdir?
Hiçbir kokunun girmediği beynin içinde fırındaki kekin kokusunu duyan, bundan zevk alan kimdir?

             Bir çiçeği gördüğünde ondan zevk alan, bir kedi yavrusu gördüğünde ona sevgi duyan, hiçbir ele, parmaklara ve kasa ihtiyaç duymadan kedinin tüylerini okşadığını hisseden kimdir?
Sadece sinir hücrelerinden oluşan birkaç yüz gramlık et parçası, yaşadığımız hayatın, üzüntülerin, sevinçlerin, dostlukların, vefanın, samimiyetin, coşkunun sebebi olabilir mi?

             Eğer bunların sebebi beyin değil, tüm bunları algılayan varlık ise, bu durumda algılayan kimdir?

              Dış dünyayı algılayan, beynimizin içindeki "küçük insan" mı?

Kuantum fizikçilerinin bahsettiği "gözlemci" mi?

Bu gözlemci, beynin içinde bir yerlerde mi?

Eğer değilse nerede?

Fred Alan Wolf, bu soruyu şu şekilde cevaplamaktadır:
Bir gözlemcinin kuantum fiziği bakış açısından ne yaptığını biliyoruz. Fakat kimin ya da neyin gerçekten gözlemci olduğunu bilmiyoruz. Bu demek değil ki bir cevap bulmaya çalışmadık. İnceledik. Kafanızın içine girdik. Her yere baktık gözlemci denen bir şey bulmak için. Kimse yoktu. Beyinde kimse yoktu. Beynin kabuksal (kortikal) bölgelerinde kimse yoktu. Alt kabuksal (kortikal) bölgelerde ya da kenar bölgelerde de kimse yoktu. Gözlemci denecek kimse yoktu. Ama yine de dış dünyayı gözlemlerken bizler, gözlemci denen şeyin varlığının deneyimlerine sahibiz.
               Bilim adamları, artık, beynin algıların kaynağı olmadığının, yalnızca bir aracı görevi gördüğünün farkındalar. Ayrıca bilim adamları, yüzyıllar öncesinin inanışı olan "beynin içindeki küçük insan" kavramından da tamamen uzaklaşmış durumdalar. Bilim adamları, "gözlemci" adını verdikleri benliğin, beyinden bağımsız olduğunu açıkça gördüler. Onlar artık, algıların kaynağının insan bilinci olduğunu biliyorlar.
Robert Lawrence Kuhn, Closer to Truth (Gerçeğe Daha Yakın) isimli kitabında, bunu şu şekilde tarif etmektedir:
Neden bazı fizikçiler aniden insan zihniyle bu kadar ilgilenmeye başladılar? "Bir kısmı zihnin, gerçek gerçeklik" olduğunu ve maddenin ise aldatıcı bir hayal olabileceğini düşünmeye başlamış durumdalar. Bu kadar akıllı insanın böylesine şaşırtıcı spekülasyonlar ortaya atmasını gerektirecek derecede zihinsel faaliyetlerle ilgili olan konu nedir? Bunun nedeni kısmen bizim gerçekliği algılama şeklimizi sonsuza dek değiştirmiş olan iki temel teorinin garip etkileridir: Kuantum mekaniği atom altı parçacıklar seviyesine belirsizlik aşılamıştır, rölativite ise evrenin büyük çaplı ölçeği üzerinde zaman ve uzayı birleştirmiştir. Fakat fizik teorileri zihinde olup bitenleri açıklayabilir mi? Atomların davranışları, insanların davranışlarını belirleyebilir mi? Evrenin yapısı bizim nasıl düşündüğümüzü, hissettiğimizi ve bildiğimizi tarif edebilir mi?
               Bir insanın yaşayışı, algılayışı, sevgisi, sevinci, üzüntüsü, düşünceleri, kısacası insanı insan yapan özellikler, kuşkusuz ki atomların davranışlarının bir sonucu değildir. Dış dünyayı algılayıp fark edebilen, insana insan olma özelliği veren şey, insanın beyninden bağımsız bir şeydir. İnsanın bir şeyin farkına varabilmesi, bir şey üzerine analiz yapabilmesi, düşünebilmesi, seçim yapabilmesi ve sahip olduğu diğer tüm insani vasışar için, maddesel her türlü kavramın dışında bir açıklama gerekmektedir. Bir evrimci olmasına, hatta "Darwin'in buldog"u  olarak anılmasına rağmen Thomas Huxley'in şu sözleri, hararetli bir materyalistin bile gerçekleri fark edebileceğinin önemli bir kanıtıdır:
Bilinç gibi hayranlık uyandırıcı bir şeyin, birbiriyle etkileşim halindeki sinir dokusunun bir sonucu olması, Alaaddin'in lambasını ovaladığında içinden cinin çıkması gibi açıklanamaz bir şeydir.
              Yağ, su ve proteinlerin oluşturduğu bir yapının insanın benliğini meydana getirmesi, insanı algılayan, düşünen, sevinen, tepki veren, gurur duyan, heyecanlanan bir varlık haline getirmesi kuşkusuz ki mümkün değildir. Materyalistlerin iddiaları, algıların beyinden bağımsız olduğu gerçeği karşısında tümüyle çöküntüye uğramıştır. 20. yüzyılın önde gelen fizikçilerinden Sir Rudolf Peleris, bu konuyla ilgili olarak şunları söylemiştir:
İnsanın tüm işlevini - bilgi ve bilinç de buna dahil - fizik koşullarıyla tanımlamaya çalıştığınız önermenin savunulacak hiçbir tarafı yoktur. Burada eksik kalan bir şeyler bulunmaktadır.
Peter Russell ise, bize ait maddesel dünyanın sadece bilincin ürettiği bir şey olduğunu söyler:
Bildiğimiz her şeyin, "dışarıda" olarak algıladığımız tüm maddesel dünyanın, bu hadisenin bir parçası, bilinçte oluşturulan bir görüntü olduğunu anladığımızda, gerçeğin, bizim günlük görüntümüzün tamamen tersi olduğunu anlarız. Bildiğimiz kadarıyla madde, bilincin ürettiği bir şeydir... Bu nedenle gerçekliğin doğası, bilinçtir. Mekan, zaman, madde, enerji –bizim duyularımızla oluşan katı dünya– bilincin içinde oluşmaktadır. Bu olağan dışı dünyanın temeli, madde değil, bilinçtir.

“O, sizi tek bir nefisten yaratandır. (Sizin için) Bir karar (kalış) ve emanet (olarak konuluş) yeri vardır. Kavrayabilen bir topluluk için ayetleri birer birer açıkladık.”
(Enam Suresi,98)

             Bizim gerçeklik olarak tanımlamaya çalıştığımız şey, aslında bilinç temellidir. Renk, ses, koku, tat, zaman, madde, kısacası dünyada algıladığımız her özellik, bilincin içindeki bir şekil ve özelliktir. Bilincimiz sayesinde evrendeki her şeyi kavrayabiliriz. Ama bilinci, dış dünyada gözlemleyemeyiz. Peter Russell, bunun nedenini şu şekilde açıklar:
Bilinci gözlemlediğimiz dünyada göremememizin sebebi, bilincin, zihnimizde meydana gelen görüntünün bir parçası olmamasıdır.
         Peter Russell'ın da belirttiği gibi dış dünyayı algılayan bilincimiz, gözlemlediğimiz dış dünyanın içinde değildir. Dolayısıyla, onu görüp analiz etmemiz mümkün olmaz. Russell, bilinci, bir sinema perdesine yansıtılan ışığa benzetmektedir. Filmde gösterilen hikaye içinde, ekrana yalnızca ışık ışınlarının yansıdığına dair hiçbir delil yoktur. İnsan, yalnızca perde üzerindeki görüntü ile muhataptır. Ama ışığın kendisi -ki onsuz hiçbir görüntünün varlığı mümkün değildir- fark edilmez bile. Bilinç de aynı bu şekilde, izlediğimiz maddesel dünyanın içinde olmadığından, elle tutulur gözle görülür bir varlığa sahip değildir.
Diane Ackerman, bilinci şu şekilde tanımlamıştır:
... Beyin sessizdir, karanlıktır ve suskundur. O hiçbir şey hissetmez. O hiçbir şey görmez... Beyin kendisini dağların arasına veya uzaya fırlatabilir. Beyin bir elmayı hayal eder ve bunu gerçek gibi yaşar. Gerçekten de, beyin, hayal ettiği bir elma ile gözlemlediği arasında zar zor fark görür...
Beyin, bilinç değildir... Bir deyişle, makine içinde hayalettir.

Bilincin Kaynağı: İnsan Ruhu

Ki o, yarattığı her şeyi en güzel yapan ve insanı yaratmaya bir çamurdan başlayandır. Sonra onun soyunu bir özden (sülale’den). Basbayağı bir sudan yapmıştır. Sonra onu ‘düzeltip bir biçime soktu’ ve ona Ruhundan üfledi. Sizin için de kulak, gözler ve gönüller var etti. Ne az şükrediyorsunuz?
(Secde Suresi, 7-9)

             Buraya kadarki açıklamalar dahilinde, algıladığımız dış dünyanın bilincin içinde meydana gelen bir gölge dünyadan ibaret olduğunu ve maddesel varlığın aslına ulaşamadığımızı delillendirdik. Bu gerçekler ışığında, materyalist felsefenin öngördüğü "mutlak madde" kavramı tam olarak geçersiz kalmıştır. Ama bütün bunlara rağmen, yine de açıklanması gereken önemli bir soru karşımıza çıkar. Peter Russell, bu soruyu şöyle özetlemiştir:
Bilim adamları, kompleks nöron ağının, nasıl bilinçli bir deneyim sağlayabildiğini soruyorlar. Bilinç gibi maddesel olmayan bir şey, nasıl maddesel dünya gibi bilinçsiz bir şeyden meydana gelebilir? Bu acaba verilerin sinir ağı boyunca kompleks bir biçimde şekillendirilmesinin bir sonucu mudur? Nöronların içindeki mikrotüplerin, kuantum uyumluluk etkilerinden mi kaynaklanıyor? Ya da başka bir şey midir?..
               Bu iki gerçekliği birbirinden ayırt ettiğimizde, bu soru tam tersi şekle dönüşür: Madde, mekan, zaman, renk, ses, şekil ve tecrübe ettiğimiz diğer tüm özellikler nasıl bilinçte meydana gelmektedir? Zihnin içinde bunu meydana getiren yöntem nedir?

             Bu, gerçekten de açıklanması gereken önemli bir sorudur. Bilinç neden yapılmıştır? Bilinçte tüm bu hareketli dünyayı meydana getiren nedir? Bu soru, içinde bulunduğumuz 21. yüzyılda bilim adamlarının halen cevabını aradıkları, üzerine kitaplar yazdıkları, konferanslar düzenledikleri, çözmeye çalıştıkları ama her nedense çözüm getirmekten çekindikleri bir sorudur. Bilincin kaynağının ne olduğu sorusu üzerine yazılmış yüzlerce kitap ve makale ve sayısız bilim adamının yorumu bu konuda beklenen açıklamayı vermemiştir. Bilinç konusu, 21. yüzyılın en büyük gizemlerinden biri olarak kabullenilmiş ve konuyla ilgili hemen her araştırmacı, yazar, profesör, bu konunun açıklamasız olduğunu belirterek sözlerine başlamış ve bu açıklamasızlığı vurgulayarak sözlerini bitirmiştir. Jeffrey M. Schwartz'ın şu sözleri, buna bir örnektir:
... Fiziksel beyin aktivitelerini zihinsel olaylarla bağlamak tartışılamaz bir bilimsel zafer olmasına rağmen, beyin üzerine çalışma yapan kişilerin pek çoğunu tatminsiz bırakmıştır. Çünkü ne nörobilimciler ne de filozoşar, nöronların davranışlarının, nasıl olup da öznel olarak hissedilen zihinsel durumları doğurduğunu, tatmin edici bir şekilde açıklayamamıştır. Aksine, nörobiyolog Robert Doty 1998 yılında, "nöronların faaliyet şekillerinin nasıl öznel farkındalığa dönüştüğü bilmecesinin insan varlığının ana gizemi olmaya devam ettiğini" savunmuştur.
              Acaba bu konu gerçekten açıklamasız mıdır? Yoksa, bilim adamlarının görmek istemedikleri, beklemedikleri bir gerçeğe mi işaret etmektedir? Acaba kuantum fiziğinin savunucusu bilim adamları, yıllarca doğru kabul ettikleri materyalizmin etkisi altında mıdırlar? Yoksa onların gerçeği görmelerini engelleyen bir sebep mi vardır?

Bilinç konusu, materyalist bilim adamlarının empoze etmeye çalıştıklarının aksine açıklamasız değildir. Kendi varlığının şuurunda olan bilinç sahibi varlık, Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. Materyalistler her ne kadar bunu inkar etmek isteseler de, şuurlu bir insan, sahip olduğu üstün ruhun hiç tartışmasız farkında olacaktır.

          Bilinç konusu, kuşkusuz ki açıklamasız değildir. Beynin içindeki görüntüyü "görüyorum" diyen, beyninin içindeki sesleri "duyuyorum" diyen, kendi varlığının şuurunda olan bilinç sahibi varlık, Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. Materyalist zihniyet, işte bu gerçeğin bilinmesinden, bu gerçeğin fark edilmesinden çekinmektedir. Materyalist bilim adamlarının "hala çözümlenemeyen bilinç" iddialarının temel sebebi budur. Ruhun mutlak varlığı, ruhu insana verenin Allah olduğu gerçeği, onların tüm materyalist inançlarını ve iddialarını altüst etmektedir. Her ne kadar "açıklamasız" damgası vurmaya çalışsalar da, bilincin kaynağının ruh olduğu, insana ait gerçekliğin, "ben benim" diyen varlığın ruhuna ait olduğu, açık ve tartışılmaz bir gerçektir. Allah, Kuran'da, insanı önce bedenen yarattığını, sonra da ona "ruhundan üşediğini" bildirmiştir:
Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona Ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın." (Hicr Suresi, 28 - 29)
               Bilinç konusunu araştıran bilim adamlarının kabul ve itiraf etmeleri gereken en önemli gerçek budur. Stanford Üniversitesi madde bilimi ve mühendisliği profesörü William Tiller, bu gerçeği itiraf eden bilim adamlarındandır:
Benim modelime göre, gözlemci, dört katmanlı biyolojik bedenin içindeki ruh. Bu yüzden, o makinedeki hayalet gibi.
Göze ihtiyaç duymadan görebilen, kulağa ihtiyaç duymadan duyabilen, beyne ihtiyaç duymadan düşünebilen, insanın "ruhudur".
İnsan Ruhu ve Yok Olan Materyalizm
Hayatınızı yaşamanızın yalnızca iki yolu vardır: Birincisi sanki hiçbir şey mucize değilmiş gibi yaşamak. Diğeri ise, sanki her şey mucizeymiş gibi yaşamak. Ben ikincisine inanıyorum.
Albert Einstein
           Ruhun varlığı, materyalistlerin yüzyıllardır uğruna mücadele ettikleri dinsizlik ilkesini bilimsel olarak ortadan kaldırmaktadır. Ruhun varlığı, materyalizmi öldürmekte, Allah'ın mutlak varlığını göstermektedir. Algılayanın, görenin, duyanın, idrak edenin, mutlu olanın, bir çiçeğin kokusundan zevk alanın, müzik dinlerken keyişenenin, bu bedenden bağımsız bir ruh olduğunu bilmek, tüm insanların Allah'a karşı sorumluluklarını bilerek yaşamasını gerektirecektir. Tüm canlıların; tesadüfen, birbirlerinden evrimleşerek geliştiklerini ve nihayet insanın da şempanzelerle ortak bir ataya sahip olduğunu iddia eden evrim teorisi, ruh gerçeğinin kabulü ile yerle bir olacaktır. Dolayısıyla, materyalistlerin yüzyıllar boyunca çeşitli propaganda, yayın ve beyin yıkama yöntemleriyle meydana getirdikleri materyalist dünya düzeni ve görüşü, ruhun bilimsel kabulü ile altüst olacaktır.

Materyalistlerin yüzyıllar boyunca çeşitli propaganda, yayın ve beyin yıkama yöntemleriyle meydana getirdikleri materyalist dünya düzeni ve görüşü, ruhun varlığı ve bilimsel kabulü ile altüst olmuştur.
              Materyalist bilim adamları, insanı insan yapan vasfın, insanın ruhu olduğunu bilirler. Ancak tüm bu sebeplerden dolayı, bilmediklerini iddia ederler.
Fred Alan Wolf, bu gerçeği şu şekilde ifade eder:
Günümüzde, Allah, bilim, ve ruhun birbiriyle örtüşmesini açıklamaya çalışan, en son yayımlanmış kitapların çoğunu incelediğinizde şu gerçeği hemen göreceksiniz: Ruh; sahip olduğu en temel özellikler (bunlar kutsallık ve ölümsüzlüktür) ve temel amacı (bilincin var olması için gerekli olduğu) ihmal edilerek, maddesel bir süreç olarak tanımlanmaya çalışılmakta veya ön plana çıkan kitap adlarına rağmen hiçbir zaman tartışılmamaktadır.
               Bilim adamlarının sözlerinden de anlaşıldığı gibi bilimsellik, sadece maddecilik üzerine kurulmuş bir kavram haline gelmiştir. Bilimsellik adına yapılan şey ise, salt ortaya çıkan gerçeği kabul etmektense, bunun materyalizme uyarlanmış şeklini kabul etmektir. Bu durumda, bugün karşı karşıya olduğumuz şey, oldukça büyük bir çelişkidir. Çünkü bilim, insan bilinci ile ilgili olarak insanın muhatap olduğu tüm maddesel dünyayı reddetmekte ama sözde bilimsellik adına bu bilimsel gerçek göz ardı edilmektedir.

Şüphesiz Biz insanı, karmaşık olan bir damla sudan yarattık. Onu deniyoruz. Bundan dolayı onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik: (artık o) ya şükredici olur ya da nankör.
(İnsan Suresi, 2-3)
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah’ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda her canlıyı orada üretip yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.
(Bakara Suresi, 164)
              Kaliforniya Üniversitesi'nden parçacık fizikçisi Fred Alan Wolf, bir bilim adamı olarak, bilimselliğin nasıl olması gerektiğini şu şekilde tarif etmektedir:
Bilimin farklı aşamalarından çıkan ve beni asıl endişelendiren kendi kibirim olmuştur. Benim bilimsel görüşüme uygun olmayan başkalarının fikirlerini küçümserken ne kadar da kibirli davranmışım. Dünyayı gezip yerli halklar ve insanlar ile tanışıp vakit geçirince, kibirimin uygun olmadığını anladım. H.G. Wells'in hikayesinde anlattığı adam gibi bilimsel açıdan kör olan bir ülkede tek gözlü adam kral olabilir. Aslında asıl kör olan bendim. Bilgi donanımı açısından yetersizdim. Bilimsel görüşlerime bağlı kaldıkça göremiyordum. Ben her şeyi gördüğümü düşünüyordum, fakat aslında hiçbir şeyi göremiyordum. Bu yüzden önceden gerçek zannettiğim şeyleri bırakmak zorunda kaldım ve böylece bu insanların görebildiklerini ben de gördüm. Sonunda bu yeni vizyona sahip olduğumda bilime bakış açım tamamıyla değişti. Böylece bilimi sadece bir araç olarak görmeye başladım; evrende tek önemli olan veya var olan şey olarak değil. Bilim, insan olabilmenin ne anlama geldiğini daha derinlemesine araştırmamıza yardımcı olacak bir araçtır. Fakat sanırım henüz bu noktaya gelemedik. Sanırım henüz uyanmış değiliz. Şu an hala hepimiz uyuyor ve sürekli içinde olduğumuz bataklıktan bizi kurtarması için zihnimize mekanik olarak güvenip rüya görüyor, umut ediyor ve istiyoruz. Ne zaman kalbimizi ve ruhumuzu beynimiz ile birlikte kullanırsak, işte o zaman bilim yeni bir dünya düzenine uyum sağlamaya başlayacak.
            Fred Alan Wolf'un burada vurguladığı gerçek, bilimin, evrende hakim olan yaratılışı anlamak için yalnızca bir araç olduğu gerçeğidir. Bu üstün yaratılış ise yalnızca Allah'a aittir. Her şeyin sahibi tek gerçek Varlık Allah'tır. İnsan, beynini ve bilimi kullanarak Allah'ın yarattıklarını görebilir, onları keşfedebilir, bunların üzerindeki sanatı ve üstünlüğü kavrayabilir. Bilim, Allah'ın eserlerine ulaşmak ve onlardaki detayları görebilmek için yalnızca bir araçtır.

             Bu gerçeğin farkına varmış bir diğer yazar ise What is Enlightenment? dergisinin editörlerinden Craig Hamilton'dır:
Yıllar geçtikçe dinden uzak bir anlayışla yetiştirilmiş olmama rağmen, kendimi manevi bir arayışa adadım ve kısa süre içinde bilimle ilgili ders kitaplarında tarif edilenin çok ötesinde derin bir gerçekliği hissetmeye başladım. Anlam, amaç ve gizemle dolu bu dünya ortaya çıktıkça, bilimin tüm gerçekliği açıklayabildiği iddiasını kabul etmem giderek güçleşti.
Evrimci biyologların, çocuklarımızı amaçsız bir evrende yaşadıklarına inandırmak için neo-Darwinizm'in henüz ispatlanmamış dogmalarını kullandıklarını görüyorum ve bir kez daha bilim adına duyduğum sempatiyi kaybediyorum.
                 Materyalist bilim adamlarının da bu gerçeği fark etmeleri önemlidir. Çünkü "algılayan kim?" sorusunun tek bir cevabı vardır ve bu cevap artık fiziksel bir anlam taşımamaktadır: Algılayan, Allah'ın insana vermiş olduğu ruhtur. İnsanlar, bunu bilmedikleri veya bilmiyormuş gibi davrandıkları sürece, bilinç ile ilgili yaptıkları çalışmaların ve açıklamaların hiçbir önemi yoktur. Kuantum fiziğinin vermiş olduğu delillerin gösterdiği gerçek açıkça göz ardı edilmiş olacaktır. Açıktır ki, insanı insan yapan şey, materyalistlerin iddia ettikleri her türlü maddesel kavramın ötesindedir. Buna maddesel bir açıklama aramak, gerçeği tam anlamıyla görmezden gelmektir ve bir zaman kaybıdır.

             Beynimizdeki görüntüyü izleyen ruhumuzdur. Beynimizdeki kokuları, tatları alan, birisine dokunduğu zaman onu hisseden, karşımızdaki kişinin konuşmasını dinleyen ruhumuzdur. Sayısız delille anlattığımız ve günümüzde bilimsel olarak kanıtlanmış olan gerçek, algılayanın beyin olmadığıdır. Ünlü felsefeci Bergson'un belirttiği gibi, "dünya imgelerden yapılmıştır, bu imgeler ancak bizim bilincimizde vardır; beynin kendisi ise bu imgelerden bir tanesidir". Şu durumda, izleyen, sevinen, düşünen, şefkat duyan, yemeği lezzetli bulan, zevk alan, yumuşaklığı hisseden, yalnızca ruhumuzdur. İnsanı insan yapan vasıf, insanın kendi bedeninden bağımsız bir şeydir. Bir manzarayı seyretmekten zevk alan, küçük bir serçeye şefkat duyan, bir yemeğin lezzetinin farkına varan, güzel bir müzik dinlemekten keyif duyan, zor kararlar alabilen, düşünüp doğruyu bulabilen, kendi benliğini araştıran ve sonuçlara varan, insanın sahip olduğu ruhtur.
Kuantum fiziğinin kaşişerinden ünlü fizikçi Erwin Schrödinger, yalnızca maddesel bedenin, algı dünyasının açıklaması olamayacağını şu şekilde açıklamaktadır:
            ...Çocuğunuzun ona yeni bir oyuncak aldığınız zaman size doğru gülümsemesindeki pırıltılı, sevinçli gözleri anımsayın ve sonra bırakın doktor size bu gözlerden hiçbir şeyin yayılmadığını anlatsın. Gerçekte, onların (gözlerin) nesnel olarak tek hissedilebilir işlevi, sürekli çarpan ışık kuantumlarını kabul etmektir. Gerçekte! Acayip bir gerçek! Onda (bu gerçekte) eksik bir şeyler varmış gibi görünüyor...

Bilinç, bedenin herhangi bir yerinde saklı değildir. İnsan, tüm materyalist kavramların dışında bir şeydir. İnsan metafiziktir, sahip olduğu ruh ile insan vasfı kazanır. Bu ruh, yalnızca Rabbimiz olan Yüce Allah'a aittir.
                 Acaba, insanın düşüncelerinin, muhakeme ve yargı yeteneklerinin, karar alma mekanizmalarının, sevinç, heyecan, hayal kırıklığı gibi duygularının beyindeki nöronların hareketlerinin bir sonucu olduğunu düşünmek mantıklı mıdır? Şuursuz atomlar bir araya gelerek sevinmeyi, üzülmeyi, lezzeti, dostluğu, sohbet zevkini bilebilirler mi? Şuursuz atomlar bir araya gelerek, beyni inceleyen, bunun üzerine yorumlar yapan, bilinç konusu üzerine kafa yoran ve bir sonuç çıkarmaya çalışan bilim adamlarını meydana getirebilirler mi? İnsanı insan yapan, ona dış dünyayı algılatan, yalnızca bedeninin içinde dolaşan elektrik sinyalleri midir?

             Bir şeye karar veren, bir şeyi özleyen, bir şeye sempati duyan, bir şeyin güzelliğine hayran kalan beyindeki hangi nörondur? Eğer bunların tümünü bilinç gerçekleştiriyorsa, bilinç beyindeki hangi nörondadır? Yeri neresidir? Hangi kimyasal reaksiyon bilinci meydana getirmektedir? Hangi kimyasal reaksiyon bir insanın elmayı sevmesine, ıspanaktan hoşlanmamasına karar vermektedir? Eğer her şey beynin içinde oluyorsa, bu durumda düşünen hangi nörondur? Karar veren hangisidir? Kararlarından dolayı heyecan duyan nöron nerededir? Materyalistlerin tüm bunların cevabını vermeleri gerekmektedir. Eğer "her şeyin kaynağı bilinç" sonucuna ulaştılarsa, bu durumda beynin içinde bilincin yerini göstermelidirler. Eğer her şey maddesel dünyadan ibaretse, bunu yapmaları gerekir. Eğer bunu yapamıyorlarsa, bu demektir ki, insan bir nöron veya atom yığınından ibaret değildir. Bilincin var olduğu yer, beynin gizli bir bölmesi değildir. Bilinç bedenin herhangi bir yerinde de saklı değildir. İnsan, tüm materyalist kavramların dışında bir şeydir. İnsan metafiziktir, sahip olduğu ruh ile insan vasfı kazanır. Bu ruh, yalnızca Allah'a aittir.
Freud'un çalışma arkadaşlarından ünlü İsviçreli psikiyatrist Carl Jung, konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:
... Bilimin tamamı, tüm bilginin içinde kök saldığı ruhun bir fonksiyonudur. Ruh, bütün evrensel mucizelerin en büyüğüdür, bir nesne olarak o dünyanın conditio sine qua non'udur (olmazsa olmaz koşul – zaruri şart). Batı dünyasının (çok nadir istisnaları dışında) bu varlığı bu denli az değerlendiriyor gibi görünmesi son derece şaşırtıcıdır.

İnsan, Allah'ın Ruhu'na sahip bir varlıktır. ve sonsuz olan bu ruhtur. İnsan, ölümü ile birlikte bedenini dünyada bırakacak ama ruhu sonsuz varlığını ahirette sürdürecektir.
              İnsan, sahip olduğu ruh ile onur, sevgi, saygı, dostluk, vefa, dürüstlük gibi kavramlara sahip olan, fikir yürütebilen, fikirlere karşı çıkabilen bir varlıktır. Nasıl parmağımızın ucundaki tek bir hücre düşünüp karar verme, üzülüp sevinebilme gibi yeteneklere sahip olamazsa, beyindeki benzer yapıya sahip nöronların da bu metafizik vasışara sahip olma imkanları yoktur. Bu, insanların tümünün rahatlıkla görebileceği, bilimsel delillere ihtiyaç duymadan kolaylıkla kavrayabileceği bir gerçektir. Nitekim, materyalistler de bu gerçeğin farkındadırlar. Ancak materyalist ön yargıları, bilimselliği yalnızca maddesel varlıklardan ibaret sanma yanılgısı, onları gerçekleri çarpıtma yoluna itmektedir. Oysa materyalizmi savunmak adına kabul ettikleri şeyler, ciddi bir mantık çöküntüsünün göstergesi olmaktadır. "Düşüncelerimiz atomlarımızın ürünüdür" diyen bir insanın, rüyalarını gerçek zanneden veya akıl almaz masallar uydurup sonra bunlara inanan bir insandan hiçbir farkı yoktur. Ancak materyalistler, her nedense, Allah'ın varlığını kabul etmek yerine, bu küçük düşürücü duruma düşmeyi göze almaktadırlar.

                 Gerçek olan şudur: İnsan, Allah'ın kendisine verdiği ruh ile algılayan, bu ruh ile düşünen, bu ruh ile konuşan, sevinen, mutlu olan, kararlar alan, ülkeler yöneten, topluluklara hükmeden bir varlıktır. İnsan, Allah'ın ruhuna sahip bir varlıktır ve sonsuz olan bu ruhtur. Beden, bu dünya için yalnızca bir araçtır. İnsan, ölümü ile birlikte bedenini dünyada bırakacak ama ruhu varlığını sürdürecektir. Bu defa yaşamını sürdürdüğü yer, ya sonsuz cennet ya da sonsuz cehennem olacaktır.
Dereceleri yükselten Arş'ın sahibi (Allah), 'toplanma ve buluşma' günü ile uyarıp-korkutmak için, Kendi emrinden olan ruhu kullarından dilediğine indirir. O gün, orta yere çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a karşı gizli kalmaz. (Allah sorar:) "Bugün mülk kimindir? Bir olan, Kahhar olan Allah'ındır." Bugün her bir nefis, kendi kazandığıyla karşılık görür. Bugün zulüm yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı seri görendir. (Mümin Suresi, 15-17)
Tek Mutlak Varlık, Rabbimiz olan Yüce Allah'tır

            Tarih boyunca materyalistler, Yüce Rabbimiz'in her şeyin Yaratıcısı ve hakimi olduğu gerçeğini inkar edebilmek için, "maddenin mutlak olduğu" kandırmacasına büyük bir hırsla sarılmışlardır. Maddenin aslına dair açıklamalar işte bu yüzden son derece önemlidir. Çünkü bu bilgiler, yüzyıllardır sürdürülmeye çalışılan bu aldatmacanın geçersizliğini ispat etmektedir. Maddenin yalnızca bir kopyasıyla muhatap olabildiğimizi anlamak, insanın yalnızca etten kemikten oluşan bir madde yığını değil, ruh ve bilinç sahibi bir varlık olduğunu da kavramamızı sağlar. İnsandaki bu ruh ve bilinci yaratan ise Yüce Rabbimiz'dir ve insan, Allah'a ait bir kuldur. Dolayısıyla, yerlere ve göklere hakim olan tek Varlık, yalnızca Yüce Rabbimiz'dir.

               Bu ise, Allah'ın kudreti, hakimiyeti ve sanatındaki mükemmelliğe karşı büyük hayranlık uyandıracak bir gerçektir. Allah; adeta kusursuz ve sayısız detaya sahip devasa evreni, hem dışarıda maddesel olarak var etmekte hem de bunu her insanın beyninde ayrı ayrı ve yalnızca bir hayal olacak şekilde yaratmaktadır. Her insanın beynindeki bu hayal içerisinde, evrendeki tüm ayrıntılar kesintisiz ve eksiksiz olarak sürekli var edilmektedir. Allah'ın bu yaratışı o kadar kusursuz ve mükemmeldir ki, hayalden ibaret olduğu çok açık olduğu halde, en küçük detaylara kadar her şey son derece gerçek ve inandırıcı görünmektedir. Rabbimiz'in bu yaratışında hiçbir eksiklik ya da kusur yoktur. Aklını kullanmayan insanlar bu kusursuzluğa aldanmakta, maddenin gerçeği ile muhatap olduklarını sanmakta ve gördükleri görüntünün hayal olabileceğinden bir an bile şüphe etmemektedirler.

            Tüm bunları izleyen ise ruhumuzdur. Yeryüzündeki milyonlarca insan, her an kendisine gösterilmekte olan görüntüyü izlemektedir. Bu görüntülerle sevinç duymakta, düşünmekte, kararlar almaktadır. İnsanın tüm bunları yapabilmesi ancak ruhu sayesindedir. Bu ruh ise, Rabbimiz'in Kendi ruhundan üşediği bir parçadır. Bu da, tek mutlak Varlık'ın, bu ruhun gerçek sahibi olan Yüce Rabbimiz olduğunu açıkça göstermektedir. Allah'ın varlığı, kudreti ve gücü her şeyi ve her yeri kuşatmıştır. Algıladığımız madde sanılan tüm varlıklar, gerçekte Rabbimiz'in yarattığı bir görüntüdür. Bu görüntüyü seyreden de, Allah'ın Kendi ruhundan yarattığı varlıklardır.

Allah bir ayetinde şöyle bildirir:
Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
                İnsan, Rabbimiz'in yaratışındaki bu harikalığı ve algıladığı dünyanın aslını görüp kavrayabilmek için Allah'a dua etmelidir. Çünkü tüm bunları yaratan Allah'tır ve dilediği anda bunları insana kavratacak olan da ancak O'dur. Bu gerçeğin farkına varmış olan bilim adamlarından Peter Russell bu gerçeği şöyle dile getirmektedir:
Sanırım benim gerçekliğim, tek gerçeklik. Ancak bazen, etrafımdakileri görmenin başka yolları da olduğunu anlıyorum. Ama bunun ne olduğunu bilmiyorum. Kendi kendime bunu anlayamıyorum; yardıma ihtiyacım var. Ama yardım için nereye gidebilirim? Diğer insanlar da benimle aynı düşünce sistemine yakalanmışlar. Benim yardım için gideceğim yer bunlardan çok daha derindir, materyalist anlayışın ötesinde bir bilinç düzeyidir – Allah'ın Kendisi'dir. Yardımı Allah'tan istemeliyim. Bunun için dua etmeliyim."
             Maddenin gerçeğini kavrayan insan, Allah'tan başka güç sahibi bir varlık olmadığını da kesin olarak kavramış olur. Bu kavrayış da, insanın kendisine yalnızca Allah'ı İlah edinip, samimiyetle Rabbimiz'e yönelmesine neden olur. Çünkü ruhun varlığını anlamak, insanın Allah'a kul olmasını engelleyen tüm materyalist iddiaları geçersiz kılar. Kişi, Allah'tan başka İlah edinebileceği başka hiçbir varlık olmadığını açık bir gerçek olarak görecektir. Dolayısıyla da dünya hayatına dair kendisine sunulan materyalist açıklamalara inanmayacaktır. Bu kavrayış ile birlikte, dünyaya olan tutkulu bağlılık, maddi çıkara dayalı hırslar, büyüklenme isteği ve menfaat beklentileri son bulacaktır. Her şeyin hayal olduğu bir dünyada kibirlenmenin, hırs yapmanın, övünmenin, maddi üstünlük elde etmenin hiçbir anlamı olmadığını anlayacaktır. Kişinin tek hedefi Allah'ı razı etmek ve asıl sonsuz hayatını yaşayacağı ahirette cenneti kazanmak için çaba harcamak olacaktır.

               Allah'ın Yüce varlığı her yeri ve her şeyi kuşatmıştır. İnsanın dünya hayatında muhatap olduğu küçük büyük her türlü detay, Rabbimiz'in aklının, sanatının, kudretinin varlığının birer delilidir. Ancak materyalist felsefenin etkisinde kalarak maddeyi tek mutlak varlık zanneden insanlar, tüm bu mükemmelliği atfedebilecekleri yine maddesel olan bir varlık ararlar. Bu da yine, bir hayal içerisinde yaşadıklarını kavrayamamalarından kaynaklanır. Her şeyi sarıp kuşatan, zamandan ve mekandan münezzeh ve Yüce olan yegane Varlık, ancak Rabbimiz'dir. Allah bir ayette bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder... (En'am Suresi, 103)
               Allah, bizim içimizi, dışımızı, bakışlarımızı, düşüncelerimizi ve tüm varlığımızı kuşatmıştır. Allah'ın bilgisi dışında hiçbir şey yapamayız, hiçbir söz söyleyemeyiz, nefes dahi alamayız. Maddenin bizim için bir hayalden ibaret olduğu gerçeği ve ruhun varlığı, bu açık gerçeği kesin olarak göstermektedir. Tek mutlak Varlık olan Yüce Rabbimiz, insan için bir hayal olarak yarattığı dünyayı ve ruhundan üşediği insanı, kuşkusuz ki her yönüyle bilmektedir. Bu, Allah için çok kolaydır. "Dış dünya" olarak düşündüğümüz algıları izlerken, yani yaşarken, bize en yakın olan, etraftaki hayali nesneler ve insanlar değil, Rabbimiz'dir. Allah bir ayetinde şöyle buyurur:
"Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kaf Suresi, 16)
               Bir insan, eğer maddenin aslı ile muhatap olduğuna inanır, kendi bedeninin de maddeden oluştuğunu zannederse, büyük bir yanılgının içine düşer ve bu büyük gerçeği fark edemez. Allah'ın, gökte veya kendisinden uzakta olduğunu zanneder (Allah'ı tenzih ederiz), Allah'ın ona kendi bedeninden bile daha yakın olduğunun farkına varmaz. Oysa, dışarıda var olan maddeye asla ulaşamayacağını, her şeyin zihninde yaşadığı kopyalar olduğunu kavradığında, artık içerisi, dışarısı, arabası, kendisinden uzakta zannettiği Güneş, yıldızlar, tek bir satıhtadır. Allah, kendisini çepeçevre kuşatmıştır ve kendisine sonsuz yakındır. Allah bu gerçeği, "Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım..." (Bakara Suresi, 186) ayeti ile haber vermiştir.

                İnsanın bu gerçeği bilerek yaşaması çok önemlidir. Bunun farkında olmayan insan, yalnızca imtihan olmak için gönderildiği geçici dünya hayatını asıl hayat zanneder, tüm hırslarını, beklentilerini ve zevklerini bu dünyada yaşaması gerektiğini düşünür. Maddenin aslına ulaşabildiğine dair kesin inancı, onu Allah inancından uzaklaştırabilir ve ölüp ahirette Allah'ın huzuruna çıkarılacağı gerçeğini unutturabilir. Dünyayı mutlak zannedip bu hayali metaları kazanmak adına, ahirette büyük bir hüsran ile karşılaşabilir. Allah Kuran'da, bu gerçekle ilgili olarak insanları şöyle uyarmıştır:
Dikkatli olun; gerçekten onlar, Rablerine kavuşmaktan yana derin bir kuşku içindedirler. Dikkatli olun; gerçekten O, her şeyi sarıp-kuşatandır. (Fussilet Suresi, 54)
Allah'ın Ruhunu Taşıdığını Bilen Bir İnsan Nasıl Yaşar?

                 Dış dünya bizim için yalnızca bir hayal olarak yaratılır ve biz de tüm bunları Allah'a ait olan ruhumuz ile izleriz. Bu gerçeğin şuuruna varan her insan, yaratılmış tüm varlıkların Allah'a ait olduğunu kavrar ve Rabbimiz'in bu üstün yaratışının hikmetlerini anlamaya çalışır. Dünya hayatının, kendisine gösterilen görüntüler doğrultusunda yaşadığı bir imtihandan ibaret olduğunun; asıl hayatın ise sonsuz ahirette yaşanacağının farkına varır. Dünya hayatının geçici bir hayalden ibaret olduğunu anlayınca, maddi hiçbir varlığı olmadığını anladığı dünyaya ve dünya metaına karşı olan bağlılığından da vazgeçer. Asıl sevgisini, bağlılığını, her şeyin tek ve gerçek sahibi, Varlığı her şeyi kuşatmış olan, sonsuz kudret sahibi Rabbimiz'e yöneltir. Hırs ve tutkuyla, hayalden ibaret olan bir dünyayı elde etmeye çalışmanın mantıksızlığını anlar. Asıl olarak, varlığın ve sonsuzluğun gerçek hakimi olan Rabbimiz'in rızasını kazanmaya çalışır. Allah'ın sevgisinin, hoşnutluğunun, rızasının ve cennetinin, hayal olarak yaratılan dünyadaki hiçbir şeyle değişilemeyecek kadar kıymetli olduğunu anlar.

Dünya hayatında yaşadıklarımız sadece Allah'ın bizim için yarattığı imtihanın bir parçasıdır. Bizim sorumluluğumuz ise, bunlar karşısında Allah'ın en razı olacağı umulan ahlakı gösterebilmektir.

              Bu gerçeği kavramasıyla birlikte, hiçbir değeri olmayan geçici dünya hayatı için hırslara kapılıp üzülmek, menfaat elde etmek için çabalamak, bunun için zalimliğe, gaddarlığa ve acımasızlığa yönelmek yerine, nimetlerin sonsuz olanının dilediği an insana sunulduğu cennet hayatını kazanmayı hedeşer. Kendisine verilen kısa ömür sürecini, en güzel ahlakı göstererek, en güzel davranışlarda bulunarak geçirmeye çalışır. Her şeyin aslına ve en güzeline ahirette kavuşacağını umut eder ve bu sonsuz hayatta pişman olmamak için gücünün yettiği en fazla çabayı harcar. Rabbimiz'in kudretini gereği gibi takdir edebildikçe, Allah'ın cennetteki sonsuz nimet gibi, cehennemde de sonsuz bir azap yarattığını anlar.

                Tüm dünyasının gölge varlıklardan oluştuğunu ve mutlak var olanın yalnızca Yüce Rabbimiz olduğunu anlayan bir kişi için, dünyanın geçici hırsları değerini kaybeder. En korkutucu, en üzücü olduğunu sandığı olaylara karşı olan tüm bakış açısı değişir. Çünkü her şey, Rabbimiz'in kontrolünde, Allah'ın dilemesiyle yaratılan hayali varlıklardan ve hayali olaylardan oluşmaktadır. Rüyadan uyandığımızda, rüyamızdaki üzüntüler, sıkıntılar ve zorluklar nasıl tüm önemini kaybederse, bu gölge dünyada var olan olaylar, üzüntüler ve sıkıntılar da aynı şekilde önemsizdir. Dünya hayatında yaşadıklarımız sadece Allah'ın bizim için yarattığı imtihanın bir parçasıdır ve bizim sorumluluğumuz da bunlar karşısında Allah'ın en razı olacağı ahlakı gösterebilmektir. Bu imtihan içerisinde yaratılan hayali görüntüler, ahirette varlıklarını ve önemlerini tam anlamıyla yitireceklerdir. Geriye kalan sadece bunlara karşı gösterilen davranışlar, Allah rızası için yapılan salih ameller olacaktır. İnsan, bu gerçeği şimdi kavrasa da kavramasa da, ahiret hayatının başlamasıyla birlikte, dünyadaki her şeyin hayalden ibaret olduğunu, asıl gerçeğin ise Rabbimiz ve O'nun yarattığı ahiret olduğunu anlayacaktır. Bir ayette bu durum şöyle bildirilir:
Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)
               İnsan, nasıl bir televizyon ekranına bakarken, oradaki karakterlerin tamamının hayali olduğunun farkında ise; onların yaptıklarına kızmıyor, başlarına gelenlere üzülmüyorsa, dünya hayatında da bu yanılgıya düşmemesi gerekir. Çünkü dünya hayatı, tıpkı televizyon ekranından seyrettiğimiz bir film gibi sürekli olarak bize izlettirilmekte olan görüntülerden oluşmaktadır. Rüyasında karşısındaki kişiye kızıp bağıran veya başına gelen olaylara üzülen bir insan, nasıl kalktığında boşa üzülüp kızdığını anlarsa, dünya hayatı için de aynı şeyler geçerlidir. İnsan, maddenin aslı ile hiçbir zaman muhatap olmadığını ister dünyada anlasın ister ahirette, yaşadığı endişelerin son derece anlamsız ve boş olduğunu eninde sonunda fark edecektir. Bu görüntüler, yalnızca birer deneme olarak yaratılmaktadır. Asıl olan bunların bir hayal olduğunun farkına varıp, Allah'ın rızasına uygun davranmak ve bu amaç için yaşamaktır.
Allah, insan için görüntüden ibaret olan bu dünyayı yalnızca bir deneme olarak yaratmış olduğunu ayetlerinde şu şekilde haber verir:
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, 'tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme, mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Dünya hayatını asıl hayat zannedenlerin durumunu ise Allah Kuran'da şöyle haber verir:
İnkar edenler ise; onların amelleri dümdüz bir arazideki seraba benzer; susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur. (Allah da) Onun hesabını tam olarak verir. Allah, hesabı çok seri görendir. (Nur Suresi, 39)
                    İnsanlar, dünya hayatında sahip olduklarını sandıkları şeylerin gerçekte bir hayal olduğunu kavradıklarında, boşa üzülüp hırslandıklarını, boşa vakit geçirip oyalandıklarını, maddi istek ve hırslarına boşa önem verdiklerini anlayacaklardır. Büyüklük tasladıkları insanların bir anda hayal varlıklar olduklarını görecek ve kibirlerinin yersiz olduğunu fark edeceklerdir. Her şeyi yaratan Allah'a karşı boyun eğici olmaları gerektiğini kavrayacak, daha huzurlu ve güzel bir hayat yaşayacaklardır. Kendilerini insanlara kanıtlamaları, onların gözünde nasıl göründüklerini sınamaları gerekmeyecek, insanlara karşı kin, nefret, kıskançlık gibi olumsuz duyguları yaşamayacaklardır. Her şeyin hayalden ibaret olduğunu bilen insanlar, hayali varlıklarla rekabet içinde olmayacak, birbirlerine bu yüzden kin ve düşmanlık beslemeyeceklerdir. Herkesin kendini sadece Allah'a teslim ettiği bir ortamda, tevazu, teslimiyet, şefkat, sevgi ve samimiyet hakim olacaktır.

                 İnsan, tüm bu gerçekleri bu dünyada kabul etmek istemese de, ölüm ile karşılaştığında ve ölümünün ardından ahirette tekrar diriltildiğinde, her şeyi çok net olarak görmüş olacaktır. O gün, ayette belirtildiği gibi insanın "görüş gücü keskinleşecek" (Kaf Suresi, 22) ve insan her şeyi çok daha açık fark edecektir. Eğer dünyadaki yaşamını hayali amaçlar peşinde koşarak harcamışsa, orada hiç yaşamamış olmayı dileyecektir. Kuran'da bildirildiği gibi, "Keşke o (ölüm her şeyi) kesip bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup gitti" (Hakka Suresi, 27-29) diyerek pişman olacaktır.

              Tek mutlak varlığın Rabbimiz olduğu gerçeğini dünyada fark edenler, bu gerçekle birlikte, ahirette büyük pişmanlığı yaşamaktan da kurtulmuş olurlar. Dünya hayatında kendilerine verilen süreyi Allah'ı razı edebilmek, Rabbimiz'in dilediği şekilde yaşayıp O'nun emirlerini uygulamak için kullanırlar. Dünyaya değer vermenin anlamsızlığını; rahatlık, huzur ve mutluluk getirecek olanın, dünya hırslarına kapılmadan, yalnızca Allah için yaşamak olduğunu anlarlar. Bu, büyük bir nimet ve büyük bir kolaylıktır. İnsanı yıpratan yalancı hırslar, yalancı beklentiler, var olduğunu sanarak ilah edindikleri putlar (Allah'ı tenzih ederiz) tamamen ortadan kalkar. Her şeyi ve her yeri sarip kuşatanın bir ve tek olan Rabbimiz olduğunu kavrarlar. Allah'a teslim olarak, en büyük güveni ve rahatlığı kazanmış olurlar. Bir ayette, dünyaya dair sahte ilahlar edinen insanlar ile yalnızca Allah'ı İlah edinen kişi arasındaki fark şöyle haber verilmiştir:
Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer Suresi, 29)
                   Allah'a inanan bir insan için, maddenin aslına dair gerçeği bilmek ve bunu derinlemesine düşünmek çok önemlidir. Çünkü Allah'ın her şeyi ve her yeri kapladığını bilen bir insan, Allah'a karşı hayatının her anında samimi davranır. Her an ölümle karşılaşabileceğini, bu dünyanın sona ereceğini ve gerçek ahiret hayatı ile karşılaşacağını aklından çıkarmaz. Bunu bilmek ve buna göre davranmak, insana sonsuz güzellikleri ve nimetleri getirecek olan büyük bir kazançtır.

Maddenin Gerçeği ve Yok Olan Materyalizm

                 Bir materyalist için, maddesel dünya ile hiçbir zaman muhatap olmadığımız gerçeğini anlamak büyük bir yıkımdır. Bir materyalist için, Allah'ın verdiği bir ruh ile yaratılmış olmamız ve bize ait tüm maddesel dünyanın bu ruha gösterilen görüntülerden ibaret olması, -kendi çarpık materyalist bakış açısına göre- korku ve dehşet uyandırıcıdır. Çünkü bir materyalist için madde sözde bir ilahtır (Allah'ı tenzih ederiz). Materyalistler oluşturdukları sahte "maddecilik" dininde maddeye tapar (Allah'ı tenzih ederiz), yeryüzünde amaçsızlık, bilinçsizlik ve tesadüflerin var olduğuna inanırlar. "Yaratıldıkları" gerçeğine karşı çıkabilmek için, bir başlangıç ve bir son olduğunu reddederler. Açıklanamaz bir şekilde evrenin ezeli ve ebedi olduğu yanılgısını savunurlar. Bir insanın da, bir kuşun da, bir solucanın da hareketlerinin kaynağının şuursuz süreçler olduğu aldatmacasını öne sürerler ve bunların her birinin materyalist dünyanın birer ürünü olduğunu iddia ederler. Materyalizmin bu çarpık anlayışına göre, insanın iç dünyasında algılayan, düşünen, karar veren bir varlık yoktur. Sözde her şey, insanı meydana getiren "maddelerin" yani şuursuz hücrelerin, organellerin ve atomların sonucudur. Kısacası materyalizmin sahte dünyasında, madde dışında bir varlığa yer yoktur. Materyalizmin bu mantığının en önemli sebebi ise, Allah inancına karşı çıkabilmek, Allah'a ve ahirete iman etmekten kaçmaya çalışmaktır.

           Materyalistlerin, Allah'ın varlığına iman etmemek için kendilerince öne sürdükleri en büyük dayanak ve delil, maddenin varlığıdır. Oysa bu kitap boyunca anlatılmakta olanlar, bilimsel olarak kanıtlanmış bir gerçeği, yani dışarıda var olan maddenin bizim için yalnızca bir kopya olarak var olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Tüm bu bilgilerle, materyalizmin elindeki en büyük delil ortadan kalkmakta ve açıkça yok olmaktadır.
Maddenin aslı gerçeği, işte bu nedenle materyalistleri son derece rahatsız etmektedir.

          Maddenin aslı konusu, geçmişte belli birkaç düşünürün ve bilim adamının görüp fark ettiği ve dile getirdiği bir kavram iken, bugün artık dünya tarihinde ilk defa bu kadar kesin ve karşı konulamaz bir gerçek olarak açıklanmaktadır. Büyük ve kesinleşmiş bilimsel bulgularla gündeme getirilen bu konu, bilimin gözardı edeceği, materyalist bilim adamlarının da inkar edebilecekleri gibi değildir. Kuantum fiziğinin ortaya koyduğu gerçekler ışığında materyalistlerin tek güvencesi olan madde, Allah'ın insan için yarattığı algı dünyasında bir hayale dönüşmüştür. Tüm dünyayı ve tüm varlığımızı kaplayan en somut olduğu sanılan şey, bir anda soyut bir kavram haline gelmiştir. Materyalistlerin, Allah inancına karşı en güçlü şekilde kullanabileceklerini sandıkları büyük delil, tüm bu bilimsel bilgiler ışığında aniden ortadan yok olmuştur. Yok olan yalnızca atomlar, moleküller değildir. Evler, arabalar, dev gemiler, gökler, dağlar, gezegenler, uzay ve nihayet insanın kendi bedeni, tümüyle hayal haline dönüşmüştür. Materyalistlerin kendilerine put ve ilah edindikleri (Allah'ı tenzih ederiz) madde iddiası artık son bulmuştur.

             Artık materyalizmin tutunabileceği hiçbir delil yoktur. Materyalistlerin, kendilerince Allah'a karşı mücadele ederken güç bulup güvendikleri maddenin varlığı, artık açıklanamaz durumdadır.

            Bu, Allah'ın inkarcılara kurduğu muhteşem bir tuzaktır. Allah'a karşı mücadele edebileceklerini sananlar, bu gerçekle birlikte, çok güvendikleri ve sarsılmaz gördükleri sahte putlarının insan için bir hayale dönüştüğünü anlamışlardır. Çok güçlü sandıkları maddecilik iddialarının en temel dayanağını kaybetmişlerdir. Allah'ın sonsuz gücü ve kudreti açıkça karşılarındadır. Kuşkusuz ki, onların kurdukları tüm tuzaklar, yok olup gitmeye ve çöküşe uğramaya mahkumdur.
Onlar (inanmayanlar) bir düzen kurdular. Allah da (buna karşılık) bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır. (Al-i İmran Suresi, 54)
                Allah'ın muhteşem düzeni ile tüm varlıklarını yitiren materyalistler, dünya hayatında inkar ettikleri ahiret gerçeği ile er-geç buluşacak ve tüm diğer insanlar gibi Rabbimiz'in huzurunda hesap vereceklerdir. Dünyada sözde maddeyi ilah edinenler (Allah'ı tenzih ederiz), ahirette bir rüyadan uyandıklarını anlayacak, dünyada bir hayal uğruna mücadele vermiş olduklarını kavrayacaklardır. Ancak ahiretteki pişmanlık, geri dönüşü olmayan bir pişmanlıktır.
Allah Kuran'da şöyle buyurur:
Orada birbirleriyle çekişip tartışarak derler ki:
"Andolsun Allah'a, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz,"
"Çünkü sizi (yalancı olanları) alemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk.
"Bizi suçlu-günahkarlardan başka saptıran olmadı."
"Artık bizim için ne bir şefaatçi var,"
"Ne de candan-yakın bir dost."
"Bizim bir kere daha (dünyaya dönüşümüz mümkün) olsaydı da iman edenlerden olabilseydik."
Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş değildirler. (Şuara Suresi, 96-103)
                 Dünyada bulunduğu süre boyunca, insanın doğruyu görmeye ve Allah'a yönelmeye hala fırsatı vardır. Yaşam boyunca materyalizme inanmış olmak, yaşamın sonuna kadar aynı yanılgıyı sürdürmeyi gerektirmez. Ölmüş ve toprağa gömülmüş bir felsefe için mücadele etmek, insanın yegane fırsatı olan dünya hayatını buna harcaması, akıllı ve vicdanlı bir insanın yapabileceği bir şey değildir. Önemli olan, gerçeği gördükten sonra buna direnmemek, ölümle birlikte zaten apaçık anlaşılacak olan bu gerçeği geç olmadan anlamaktır.