ZAMAN ALGISI VE KADER GERÇEĞİ
Hayatımızın Geçen Süresi, Yalnızca Bir Algıdır
Dünyada geçirdiğimiz zaman için bir kıstasımız vardır. Dün yaptıklarımızı düşünür, bugüne göre plan yaparız. On sene öncesini düşünür, zamanın geçtiğine ve yaşlandığımıza inanırız. Zamanın geçtiğine dair inancımızı oluşturan şey, yalnızca bir önceki an ile şimdiki an arasında yaptığımız kıyastır.
Bu kıyas şu şekilde gerçekleşir: Şu an bu kitabı okuyorsunuz. Kitabı okumadan önce ise televizyon seyrediyordunuz. Televizyon seyrettiğiniz an ile kitap okumakta olduğunuz anı kıyaslar, bunların arasında bir süre olduğunu düşünür ve televizyon izlediğiniz zamanı "geçmiş" olarak tanımlarsınız. Bu iki eylem arasında ise bir zaman geçtiğine inanırsınız. Gerçekte ise, televizyon seyrettiğiniz an sizin hafızanızdaki bilgidir. Siz, kitap okumakta olduğunuz "şu an" ile, hafızanızdaki bilgi arasında kıyas yapar ve bunu "zaman" olarak algılarsınız. İşin gerçeğinde ise, yalnızca yaşamakta olduğunuz "şu an" vardır. Hafızanızdaki hatıralarla kıyas yapmadığınızda, zaman kavramı da kalmayacaktır.
Ünlü fizikçi Julian Barbour, zamanın tarifini şöyle yapmaktadır:
Zaman eşyaların pozisyonlarını değiştirme ölçüsünden başka bir şey değil. Bir sarkaç sallanır, saatin kolları ilerler.
Dolayısıyla zaman, beyinde anı olarak var olan birtakım bilgiler, bir başka deyişle algılar arasında kıyas yapılması ile var olmaktadır. Anterograd (ilerleyen) amnezi olarak bilinen hafıza kaybı sendromu olan kişiler düşünüldüğünde, zamanın insan algısından başka bir şey olmadığı daha iyi anlaşılır. Bu kişiler, kısa süreli hafızaya dair tüm bilgilerini kaybettiklerinden bir önceki olayı hatırlayamaz, dolayısıyla iki olay arasında bir süre olup olmadığını fark edemezler. Bu, zamanın yalnızca bir algı olarak var olduğunu gösteren delillerdendir.
Günlük hayatta yaşadığımız olaylar bize belli bir sıralamada gösterildiği için biz zamana geçmiş, şu an ve gelecek olarak sınırlandırmalar getiririz. Oysa zamanın geçmişten geleceğe doğru aktığı düşüncesi sadece bir şartlanmadır. Eğer hafızamızdaki bilgiler bir filmin sondan başa doğru seyredilmesi gibi işliyor olsaydı bizim için geçmiş gelecek zaman, gelecek de geçmiş zaman olurdu. Bu durum bize zamanın mutlak olmadığını sadece bizim algımıza göre şekillendiğini göstermektedir.
Ünlü fizikçi Roger Penrose, konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmaktadır:
Sanırım geçecek olan zamanı algılama biçimimizde ve fiziğin tarif ettiği zaman kavramı arasında her zaman bir çelişki var. Ve bu kısmen, acaba olayların zamana ait net bir dünyevi sıralaması mı var yoksa bizler mi birçok şeyi bir araya getirerek kafamızda bir resim canlandırıyoruz sorusu...
Hatırladığımız olaylar arasında kendi zihnimizde yaptığımız sıralama, bu olaylar için, geçmiş, şu an ve gelecek şeklinde bir konum meydana getirmektedir. Ancak bu, tümüyle beynimizde, bizim irademizle verilmiş olan bir karardır. Dolayısıyla tamamen izafidir. Nobel ödüllü genetik profesörü ve düşünür François Jacob, konuyla ilgili olarak şu benzetmeyi yapmaktadır:
Tersinden gösterilen filmler, zamanın tersine doğru akacağı bir dünyanın neye benzeyeceğini tasarlamamıza imkan vermektedir. Sütün fincandaki kahveden ayrılacağı ve süt kabına ulaşmak için havaya fırlayacağı bir dünya; ışık demetlerinin bir kaynaktan fışkıracak yerde bir tuzağın (çekim merkezinin) içinde toplanmak üzere duvarlardan çıkacağı bir dünya; sayısız damlacıkların hayret verici iş birliğiyle suyun dışına doğru fırlatılan bir taşın bir insanın avucuna konmak için bir eğri boyunca zıplayacağı bir dünya. Ama zamanın tersine çevrildiği böyle bir dünyada, beynimizin süreçleri ve belleğimizin oluşması da aynı şekilde tersine çevrilmiş olacaktır.
Tüm bunlar, geçmiş ve gelecek kavramlarının, bizim anılarımızı algılama biçimimizle ilgili olduğunu göstermektedir. Gerçekte ise, zamanın nasıl aktığını veya akıp akmadığını bilmemize imkan yoktur. Tıpkı karşımızdaki görüntünün aslı ile hiçbir zaman muhatap olamadığımız, dolayısıyla varlığı hakkında detaylı bilgiye sahip olamadığımız gibi, aslında tabi olduğumuz bir zaman olup olmadığını ve varsa da bunun işleyişinin nasıl olduğunu kesin olarak bilemeyiz. Çünkü zaman, yalnızca bir algı biçimidir.
Zamanın bir algı olduğu, 20. yüzyılın en büyük fizikçisi sayılan Einstein'ın ortaya koyduğu Genel Görecelik Kuramı ile de doğrulanmıştır. Lincoln Barnett, "Evren ve Einstein" adlı kitabında bu konuda şunları yazar:
Salt uzayla birlikte Einstein, sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe akan şaşmaz ve değişmez bir evrensel zaman kavramını da bir yana bıraktı. Görecelik Kuramı'nı çevreleyen anlaşılmazlığın büyük bölümü, insanların zaman duygusunun da renk duygusu gibi bir algı biçimi olduğunu kabul etmek istemeyişinden doğuyor... Nasıl uzay maddi varlıkların muhtemel bir sırası ise, zaman da olayların muhtemel bir sırasıdır. Zamanın öznelliğini en iyi Einstein'in sözleri açıklar: "Bireyin yaşantıları bize bir olaylar dizisi içinde düzenlenmiş görünür. Bu diziden hatırladığımız olaylar 'daha önce' ve 'daha sonra' ölçüsüne göre sıralanmış gibidir. Bu nedenle birey için bir ben-zamanı, ya da öznel zaman vardır. Bu zaman kendi içinde ölçülemez.
Einstein, Barnett'in ifadeleriyle "uzay ve zamanın da sezgi biçimleri olduğunu, renk, biçim ve büyüklük kavramları gibi bunların da bilinçten ayrılamayacağını göstermiş"tir. Genel Görecelik Kuramı'na göre "zamanın da, onu ölçtüğümüz olaylar dizisinden ayrı, bağımsız bir varlığı yoktur."
Zaman bir algıdan ibaret olduğuna göre de, tümüyle algılayana bağlı, yani göreceli bir kavramdır. Zamanın akış hızı, onu ölçerken kullandığımız referanslara göre değişir. Çünkü insanın bedeninde zamanın akış hızını mutlak bir doğrulukla gösterecek doğal bir saat yoktur. Lincoln Barnett'in belirttiği gibi, "rengi ayırt edecek bir göz yoksa, renk diye bir şey olmayacağı gibi, zamanı gösterecek bir olay olmadıkça bir an, bir saat ya da bir gün hiçbir şey değildir."
Saati hiç bilmediğimiz, Güneş'in hangi aralıklarla doğup battığını göremeyeceğimiz kapalı bir odada kaldığımızda, burada geçen zamanın hızını ve kaldığımız süreyi hiçbir zaman belirleyemeyiz. Bize dış dünyada belli bir zaman geçtiğini düşündürten şey, Güneş'in doğup batma süreci ve kolumuzdaki saatin bize belirttiği süreden başka bir şey değildir. Bunlar devreden çıktığında, geçtiğine inandığımız zaman hakkında söyleyeceklerimiz tamamen tahmini ve bize bağlı olacaktır. Örneğin sınava giren bir kişi kısıtlı vakit içinde cevapları yetiştirmeye çalışırken, onun için zaman hızlı geçecektir. Ama dışarıda onun sınavdan çıkmasını bekleyen kişi için aynı süre, oldukça uzundur. Eğer zaman mutlak bir gerçek olsaydı, bu durumda bizim algılarımıza göre belirlediğimiz değişken bir kavram şeklinde olmazdı kuşkusuz.
a) İkizlerden bir tanesi, ışık hızına yakın bir hızda uzaya doğru hareket ederken diğeri Dünya'da kalır. b) Teleskoptan Dünya'daki ikizlerden biri, uzaya giden ikizin kendisinden daha genç göründüğünü gözlemler. c) İkizlerden roketle giden, Dünya'ya döner. Dünya'daki ikizi yaşlanmıştır. Roketle giden ise daha gençtir. Einstein'in ikiz paradoksuna göre, ikiz kardeşlerden biri Dünya'da kalırken, diğeri ışık hızına yakın bir hızda uzay yolculuğuna çıkar. Uzaya çıkan kişi, geri döndüğünde ikiz kardeşini kendisinden daha yaşlı bulacaktır. Bunun nedeni, uzayda seyahat eden kardeş için zamanın daha yavaş akmasıdır. |
Einstein'in genel görecelik teorisinin bilimsel olarak ortaya koyduğu gerçeğe göre; zamanın hızı, bir cismin hızına ve çekim merkezine olan uzaklığına göre değişmektedir. Hız arttıkça zaman kısalmakta, sıkışmakta; daha ağır daha yavaş işleyerek sanki durma noktasına yaklaşmaktadır. Bunu Einstein'ın bir örneği ile açıklayalım. Bu örneğe göre ikiz kardeşlerden biri Dünya'da kalırken, diğeri ışık hızına yakın bir hızda uzay yolcuğuna çıkar. Uzaya çıkan kişi, geri döndüğünde ikiz kardeşini kendisinden çok daha yaşlı bulacaktır. Bunun nedeni uzayda seyahat eden kardeş için zamanın daha yavaş akmasıdır. Aynı örnek, ışık hızının yüzde doksan dokuzuna yakın bir süratle hareket eden roketle uzayda yolculuk yapan bir baba ve Dünya'da kalan oğlu için de düşünülebilir. Einstein'e göre, "Eğer babanın yaşı 27, oğlunun yaşı 3 olsa, 30 dünya senesi sonra baba dünyaya döndüğünde oğul 33 yaşında, baba ise 30 yaşında olacaktır."
Zamanın izafi oluşu, saatlerin yavaşlaması veya hızlanmasından değil; tüm maddesel sistemin atom altı seviyesindeki parçacıklara kadar farklı hızlarda çalışmasından ileri gelir. Zamanın kısaldığı uzay gibi bir ortamda insan vücudundaki kalp atışları, hücre bölünmesi, beyin faaliyetleri gibi işlemler daha ağır işlemektedir. Böylelikle kişi zamanın yavaşlamasını hiç fark etmeden günlük yaşamını sürdürür.
Parçacık fizikçisi Dr. Jim al-Khalili'nin bir radyo programında yaptığı açıklamalar şöyledir:
Einstein'ın görecelik teorilerinin her ikisi de geleceğe yolculuğa olanak sağlamaktadır. Aslında bunu deneysel olarak da ispat etmiş durumdayız. Bunun bir yolu çok hızlı seyahat etmektir; bir rokete biner, ışık hızına yakın bir hızda gider ve sonra geri gelirsiniz. Çok hızlı gittiğiniz için saatiniz daha yavaş çalışacaktır. Roketteki saatinize göre eğer bir yıl ilerlerseniz, bu dünya saatine göre belki de 10 yıldır. Böylece aslında 9 yıl ileriye gitmişsinizdir. Geleceğe yolculuğun diğer bir yolu da çok büyük bir yıldızın yörüngesinde ilerlemektir. Eğer bir yıl boyunca bunu yaparsanız, yine, Dünya'ya geri dönebilir ve Dünya'da 10 yıl geçtiğini görebilirsiniz. Böylece her iki şekilde de geleceğe doğru yapılan zaman yolculuğu mümkündür.
Al-Khalili, zaman kavramını ise şu şekilde açıklar:
Bu; geçmiş, şimdiki zaman ve geleceğin hepsinin aynı anda mevcut olduğu anlamına da gelir. Geçmişi gelecekten ayıran bir şimdiki an yoktur. Tüm zamanlar aynı anda mevcuttur, yalnızca tek bir zaman vardır. Dolayısıyla gelecek de yaşanmıştır. Bunu anlamanın tek yolu üç boyutlu uzayın tek boyutlu zamanla birleştirilmesi ve dört boyutlu uzay-zaman olarak bilinen kavramın ortaya çıkmasıdır.
Zamanın geçmesi, bizim için yaratılmış bir histir yalnızca. Bunu bu şekilde algıladığımız için yaptıklarımızın bir zaman süreci içinde gerçekleştiğini düşünürüz. Oysa daima bu "an"da yaşamaktayız. Geçen zaman kavramı hayalidir.
Söz konusu radyo programında sunucunun yorumuna karşılık algı üzerine çalışmaları ile sayısız ödül almış olan Oxford Üniversitesi matematik fizikçisi Roger Penrose'un cevabı şu şekildedir:
Sunucu: Zamanın geçtiğine dair subjektif bir his duyuyoruz. Ancak fizikçiler bunun sadece bir illüzyon olduğunu ileri sürüyorlar.
Roger Penrose: Evet, sanırım fizikçiler zamanın akış hissinin yalnızca bir illüzyon, yani gerçek olmayan bir şey olduğu konusunda hemfikirler. Bu, bizim algılarımızla ilgili bir şey.
Böylesine önemli bir gerçeğin, nasıl bizim zihinlerimizde bir algı olarak gerçekleştiği ve nasıl tüm zamanların tek bir zaman kavramı içinde var olduğu, kuşkusuz bizim anlayışımızın dışındadır. Çünkü bizler, Allah'ın bize bildirdiği kadarını anlayabilir, O'nun tanıttığı kadarını bilebiliriz. Bunun dışındaki her şey, bizim algılarımızın ve anlayışımızın dışındadır. Kuşkusuz, zamanı bir algı olarak yaratmak, aslında var olmayan bir kavram içinde geçmiş, şimdiki zaman ve geleceği meydana getirmek, Allah için çok kolaydır. Çünkü Allah, zamanın dışındadır. Allah, zamanı var eder ama Kendisi zamana tabi değildir. Bizim geçmiş veya gelecek olarak algıladığımız tüm olaylar, Allah'ın Yüce Hafızasında zaten mevcuttur. Bunların tümü tek bir anda yaratılmaktadır. Dolayısıyla, gelecekteki tüm olaylar aslında aynı an içinde yaratılmışlardır ve şu anda da vardırlar. Ancak biz, zamana tabi olduğumuz için onları henüz göremeyiz.
Geçmiş olarak algıladığımız tüm olaylar, bir insanın okulda karne alışı, ilk araba kullanışı Allah'ın sonsuz hafızasında saklı olduğu gibi, gelecekte yolda ilerlerken ayağımızın takılacağı küçük bir taş parçası bile Allah'ın hafızasında belirlidir. Çünkü Allah, tüm bu olayları tek bir anda yaratmıştır.
Canon David Brown, konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapar:
Allah, gerçekten de, zamanın dışındadır. Öyleyse Allah için "önce" diye bir kavram yoktur. O bizim dünyevi yaşamlarımızın her anında aynı anda mevcuttur.
Allah, bir varlığın her durumunu görür, bilir. O, onların tümünü yaratandır. Bir insanın aştığı her metrekarelik alan, karşılaştığı görüntüler, tabi olduğu zaman, Allah'ın sürekli olarak bilgisinde ve kontrolündedir. Allah, bir ayetinde şöyle buyurur:
Senin içinde olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
Zaman Gibi Mekan da Bir Algıdır
Einstein, teorisini ortaya atarken, ışık hızının evrensel bir sabit olduğunu bir gerçek olarak kabul etti. Ne kadar hızlı giderseniz gidin, ışık hızı her zaman sabitti ve %99 ışık hızına yakın bir hızla gitseniz bile ışık sizden saniyede 186,282 mil (299,791 km) hızlı gidiyor olacaktı. Bu hıza ulaşmak imkansızdı. Einstein'ın hesaplamalarına göre, gözlemcinin hızı arttığında zaman yavaşlamakta ve mekan (hareketin yönüne göre) büzülmekteydi. Işık hızına göre değişim gösteren bu kavramlar, kişiye göre farklılık göstererek mutlak olmadıklarını kanıtlamışlardı.
Peter Russell, bu durumu şu şekilde tanımlar:
... Siz ne kadar hızlı hareket ederseniz edin, her zaman ışığın hızını saniyede 186,282 mil olarak ölçeceksiniz – tıpkı Michealson ve Morley'in bulduğu gibi. Hatta saniyede 186,281 mil hızla gidiyor olsanız da, ışık sadece saniyede 1 mil hızla sizi geçmiş olmayacak, hala 186,282 mil hızla gidiyor olacak. Işığın hızına küçük bir miktar dahi yetişememiş olacaksınız.Bu tamamen sağduyuya aykırıdır. Ama bu örnekte, burada yanlış olan sağduyudur. Bizim zihinsel gerçeklik modellerimiz, hızları, ışık hızından çok daha düşük olan günlük deneyimlerimizden oluşmaktadır. Işık hızına yakın bir hızda, gerçeklik oldukça farklıdır.
Gözlemcinin hızı artarken, zaman yavaşlamakta, mekan da hareketin yönüne göre büzülmektedir. Einstein, uzay ve zaman olarak kabul ettiğimiz şeylerin zaman-mekan bütününün bir parçası olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla zaman ve mekan, doğrudan algıya bağlı olarak yaratılmaktadır. |
Einstein, uzay ve zaman olarak kabul ettiğimiz şeylerin zaman-mekan bütününün bir parçası olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla zaman ve mekan, doğrudan algıya bağlı olarak yaratılmaktadır. Böylece, göreceli yaşanan bir dünyanın parçası haline gelirler. Dünyanın zihindeki görüntüsünü oluşturabilmek için zaman ve mekan algısı gereklidir. Ama bunların asıl gerçekliği ifade ettiğini iddia ettiğimizde yanılırız. Çünkü dışarıdaki gerçek mekan kavramı ile hiçbir zaman muhatap olmayız.
Fred Alan Wolf, bunu şu şekilde açıklar:
Einstein'in genel rölativite kuramına göre, madde zaman ve mekandan bağımsız olamaz. Eğer bunlardan herhangi biri – madde, mekan veya zaman – eksikse, tümü eksiktir. Maddenin var olması için mekanın varlığı gereklidir, zamanın varlığı için maddenin varlığı gereklidir ve mekanın varlığı için de zamanın varlığı gereklidir. Bunların tümü birbirine bağımlıdır.
O halde, eğer zaman, pek çok filozofun iddia ettikleri gibi sadece bir hayal, bir illüzyon ise, bu durumda madde ve mekan da aynı şekilde hayaldir. Kuantum fiziğinin Kopenhag yorumuna göre, maddeyi izleyen olmadığı sürece madde var olamaz. (Vurgu orijinaline aittir)
Maddenin yalnızca duyu organlarımız aracılığıyla algılanabilir olması, yani gölge bir varlık olması, yine maddesel bir varlığı olan mekan kavramını da ortadan kaldırmaktadır. Mekanı biz dışarıda olarak algılarız, oysa geçmişte var olan bir yeri hayal ettiğimiz zaman mekan tümüyle beynimizin içindedir. Aslında dışarıda olduğunu farz ettiğimiz bir yere bakarken de, bunu düşünürken de mekan kavramı yalnızca beynin içinde oluşmaktadır. Karşımızda durduğunu farz ettiğimiz oda, beynimizde oluşan bir illüzyon, bir hayaldir.
Peter Russell, bu algı biçimini şu şekilde özetlemektedir:
Einstein'in çalışmaları aynı zamanda zaman ve mekanın mutlak olmadığını gösterdi. Bunlar, izleyicinin hareketine göre değişim gösterirler. Eğer siz, bana göre daha hızlı yürürseniz ve ikimiz de iki olay arasındaki mesafeyi ve zamanı ölçersek, - örneğin caddenin bir başından diğer başına doğru ilerleyen bir arabayı – siz aracı, benim gözlemlediğimden daha az mesafede ve daha az zamanda ilerliyor olarak gözlemlersiniz. Tam tersine, sizin bakış açınıza göre eğer ben sizden daha hızlı yürürsem, sizin referans aralığınıza göre, ben sizden daha az mekan ve zaman gözlemlerim. Garip değil mi? Evet. Bizim anlayabilmemiz neredeyse imkansız. Ama sayısız deney bunun gerçek olduğunu gösterdi. Yanlış olan, bizim genel zaman ve mekan kavramlarımız. Yine, bunlar da zihnimizde meydana geliyor ve dışarıda olanların mükemmel bir modelini oluşturmuyorlar.
Einstein, bu açıklamalarının sonrasında daha da ileri giderek maddenin bir enerji şekli olarak var olduğunu gösterdi. Bunun matematiksel formülü ise, ünlü E=mc2 eşitlemesi oldu. Kütlesi olan varlık, yalnızca bir enerji şekli olarak belirmekteydi. Peter Russell konuyla ilgili olarak şu açıklamaları yapmıştır:
Kütle fikri bile tartışmalıdır. Genel görecelik teorisine göre, Einstein kütlenin ve hızın ayırt edilemez olduğunu gösterdi. Asansörün içindeki bir insan, asansörün hızı aşağı doğru artınca, kendisini daha hafif hisseder. Durmak üzere hız kestiğinde ise daha ağır hisseder. Bu bir illüzyon değildir, tartılar bile ağırlığınızın değiştiğini gösterecektir. Bizim kütle olarak tecrübe ettiğimiz şey ayağımızın altındaki yerin meydana getirdiği basınçtır... Einstein'a göre, bizler sürekli olarak yavaşlamaktayız ve bunu kütle olarak hissederiz. Yörüngedeki bir astronot, uzay mekiğinin camına çarpıp da geçici bir yavaşlama yaşamadıkça, kütleyi hissetmez.
Kuran'da Haber Verilen Zamanın İzafiyeti
Bilimin 20. yüzyılda keşfettiği zamanın izafiyeti gerçeği, Kuran'da 1400 sene önce bildirilmiştir.
Örneğin Allah, birçok ayetinde dünya hayatının çok kısa olduğunu vurgulamaktadır. Bir insanın ortalama ömrünün, "günün bir saati" kadar kısa olduğunu Rabbimiz ayetlerde şöyle belirtmektedir:
Sizi çağıracağı gün, O'na övgüyle icabet edecek ve (dünyada) pek az bir süre kaldığınızı sanacaksınız. (İsra Suresi, 52)Gündüzün bir saatinden başka sanki hiç ömür sürmemişler gibi onları bir arada toplayacağı gün, onlar birbirlerini tanımış olacaklar… (Yunus Suresi, 45)
Bazı ayetlerde ise, zamanın insanların sandıklarından çok daha kısa olduğunu Allah şöyle bildirir:
Dedi ki: "Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor." Dedi ki: "Yalnızca az (bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz." (Mü'minun Suresi, 112-114)
Kuran'da başka ayetlerde ise, farklı boyutlarda zamanın daha farklı bir hızla aktığı haber verilmektedir. Örneğin Allah'ın Katındaki bir günün insanların bin yılına eşit olduğu belirtilmektedir. (Hac Suresi, 47) Bu konu ile ilgili diğer ayetler şöyledir:
Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 4)Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir. (Secde Suresi, 5)
Allah Kuran'da bahsedilen mümin bir topluluk olan Kehf ehlini 300 yılı aşkın bir süre derin bir uyku halinde tutmuştur. Daha sonra uyandırdığında ise bu kişiler, zaman olarak çok az bir süre kaldıklarını düşünmüşler, uyudukları süreyi tahmin edememişlerdir:
Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık. (Kehf Suresi, 11-12)Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: "Ne kadar kaldınız?" Dediler ki: "Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık." Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir..." (Kehf Suresi, 19)
Yüce Allah, bizim için görüntüyü, sesi, tadı, kısacası dış dünyayı ve zaman algısını yaratan ve tüm var ettiklerini, bunların varlıklarının tüm durumlarını bilendir. Her şey O'nun kontrolündedir. Allah'ın, tüm varlıkların her durumunu yaratması ve bilmesi, bizlere kader gerçeğini gösterir. |
Aşağıdaki ayette de, Allah zamanın aslında psikolojik bir algı olduğunun önemli bir delilini bildirmektedir:
Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: "Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?" Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: "Ne kadar kaldın?" O: "Bir gün veya bir günden az kaldım" dedi. (Allah ona:) "Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?" dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: "(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, her şeye güç yetirendir." (Bakara Suresi, 259)
Bu ayetler, zamanın izafi olduğunu, mutlak olmadığını açıkça bildirmektedir. Yani zaman, algıya ve algılayana göre değişmektedir ve bu gerçek 14 asır öncesinden Kuran'da haber verilmiştir.
Kaderin Varlığı ve Bilimsel Delilleri
Hiç şüphesiz, Biz her şeyi kader ile yarattık. (Kamer Suresi, 49)
Eğer tüm olaylar tek bir anda yaratılıyorsa ve bizler tüm bunları bir zaman algısı içinde yalnızca izliyorsak, bu durumda tüm bu olayların başını sonunu bilen, zamana tabi olmayan, biz yaşarken bunları gören ve dolayısıyla tüm bunları yaratan bir Yaratıcı'nın varlığı sonucuna ulaşırız. Bizim için görüntüyü, sesi, tadı, kısacası dış dünyayı ve zaman algısını yaratan bu Yaratıcı, tüm var ettiklerini, bunların varlıklarının tüm durumlarını ve her anını biliyor, onları her an izliyor olmalıdır. Tüm bunları yaratan, algılatan, zihinlerimize gösteren Ulu Yaratıcı, tüm bunları her an kontrolü altında tutuyor olmalıdır. Her şeyin yaratıcısı olan Üstün, Kudret sahibi Yüce Varlık, alemlerin Rabbi olan Allah'tır. Allah'ın tüm varlıkların her durumunu yaratması ve bilmesi ise, bizlere kader gerçeğini gösterir.
Bizim için milyarlarca yıl süren bir zaman dilimi, Allah Katında tek "bir an"dır. Bizim için gelecekte oluşacak bir şey, Allah Katında olup bitmiştir. Biz geleceği, algıladığımız zaman kavramı dahilinde seyrederiz. Oysa, bizim görmek için beklememiz gereken bir olay, Allah Katında zaten vardır. İleride gerçekleşecek dediğimiz olayların tümü, zamansızlık boyutunda zaten olup bitmiştir.
Allah Katında, evrenin yaratılış anından, evrenin son bulacağı kıyamet saatine kadar olan her olay yaşanmış ve bitmiştir. Allah, zamana ve mekana tabi değildir. Zamanı ve mekanı yaratandır. Tüm olaylar, O'nun Katında "tek bir an"dır. Geçmiş ve gelecek, hazır olarak daima Allah'ın karşısındadır ve O'nun belirlediği şekilde gelişir. |
Allah Katında, evrenin yaratılış anından, evrenin son bulacağı kıyamete kadar olan her olay yaşanmış ve bitmiştir. İnsanların bir kısmının kader gerçeğini gereği gibi kavrayamamalarının en önemli nedeni, bu durumun farkında olmamalarıdır. Oysa, "yaşanmamış olaylar" yalnızca bizim algı dünyamız içinde yaşanmamışlardır. Allah ise, zamana ve mekana bağlı değildir. Zamanı ve mekanı yoktan yaratan Kendisi'dir. Allah, bir olayın sonucunu görmek için beklemeye ihtiyaç duymaz. Olayın başı da sonu da O'nun Katında tek bir an olarak yaşanır. Geçmiş ve gelecek, hazır olarak Allah'ın daima karşısındadır ve O'nun belirlediği şekilde gelişir.
BBC radyoda yayınlanan bir programda Dr. Jim Al-Khalili bu gerçeği şu şekilde açıklar:
Eğer bu dört boyutlu uzay/zamanı gerçek anlamında alırsanız, bu durumda özgür iradenizi terk etmeniz gerekir. Bu, yalnızca geleceğin önceden takdir edilmiş olduğunu değil, aynı zamanda geleceğin hazır bir şekilde orda olduğunu, olup bittiğini söylemektedir. Karar vermenin bir anlamı yoktur; ne yaparsanız yapın, o zaten çoktan olup bitmiştir. Eğer göle bir taş atmak istersem, bunu kendi özgür irademle yaptığımı düşünüyorum. Fakat elbette dört boyutlu uzay zamanda, o taşı göle atmaktan başka bir seçeneğim yok; suyun gelecekteki sesi zaten orada ve bizler özgür irademizi kaybetmiş durumdayız.
Aynı programa konuk olan Roger Penrose ise verilen bu bilgileri şu şekilde sonuçlandırır:
Öyleyse bir bakıma, gelecek ve geçmiş oralarda bir yerlerdedir. Bu aynı zamanda bizlere deterministik bir dünya görüşü de kazandırmaktadır. Gelecekte olacaklar üzerinde bizim hiçbir şekilde bir kontrolümüz yoktur, çünkü hepsi bir plana göre çoktan belirlenmiştir.
İnsan, yaşamı boyunca kendisi için belirlenmiş olan kadere tanık olur. Bugüne kadar yaşamış ve bugünden sonra yaşayacak olan tüm insanların hayatları, her anları ile Allah'ın Katında hazır ve yaşanmış olarak bulunmaktadır. Allah'ın sonsuz "hıfzı"nda, milyarlarca insanla birlikte tüm canlıların, gezegenlerin, bitkilerin, eşyaların kaderinde yazılı olaylar da hiç eksilmeden veya kaybolmadan durmaktadır. Kader gerçeği, Allah'ın Hafız (Muhafaza eden, Koruyan) sıfatının, sonsuz gücünün, kudretinin ve büyüklüğünün tecellilerinden biridir.
Fred Alan Wolf insanın geçmiş ve geleceğinin çoktan belirlenmiş olduğunu şu sözlerle ifade etmektedir:
Bir tarih, bir başlangıç bir de bitiş olayına bağımlı olmasına rağmen, tarihi, o gerçekleşirken sanki farkındaymışız gibi hatırlarız.Bir başka deyişle, tarih gerçekleşirken, bunu yaşıyor gibi görünürüz. Bunu "canlı" bir hikaye haline dönüştürürüz. Kaynağının (geçmişimiz) ve bizim önümüzdeki son durağının (geleceğimiz) çoktan var olduğu bir nehir içinde yaşıyoruz.
İnsan sürekli olarak kendisini yaratan Allah'ın kontrolündedir ve O'nun kendisi için belirlediklerini yapmaktadır. Allah, bu gerçeği ayetinde şu şekilde bildirir:
Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır. (Hadid Suresi, 22)
Kadere Teslimiyet
Her kişi, kayıtsız şartsız kendi kaderine teslim olmuş durumdadır. Her insanın, yaşadığı ve yaşayacağı her şey, Allah'ın Katında bellidir ve o insanın kendi geleceği üzerinde hiçbir kontrolü yoktur. İşte bu nedenle, en doğru olan, kişinin kadere tabi olduğunu bilip Allah'a teslim olmasıdır. |
Tüm insanların bilmeleri gereken önemli bir gerçek vardır. Her kişi, kayıtsız şartsız kendi kaderine teslim olmuş durumdadır. Bunu değiştirebilecek Allah'ın dışında hiçbir güç yoktur. Her insanın, yaşadığı ve yaşayacağı her şey, Allah'ın Katında belirlidir ve o insanın kendi geleceği üzerinde hiçbir kontrolü yoktur. Bir dakika sonra elinden düşecek olan kalem de, yirmi sene sonra cildinde meydana gelecek olan kırışıklıklar da, 15 yıl sonra seyredeceği film de tüm detaylarıyla Allah'ın bilgisi dahilindedir. Nasıl insanlarla tanışacağı, ne kadar para kazanacağı, hangi hastalıklara maruz kalacağı, nelere sevineceği ve nerede ve nasıl öleceği kendi kaderinde yaşanmış olarak bulunmaktadır. Bunları, kişinin kendisinin bilmemesinin tek nedeni, bunların henüz hafızasında olmamasıdır.
Dolayısıyla bir olaya üzülmek, "neden bu şekilde olmadı" diye düşünmek, "keşke"lerle başlayan pişmanlık ve üzüntü dolu cümleler kullanmak, sinirlenmek, hırslanmak, sabırsızlanmak, böyle bir insanın durumu düşünüldüğünde gereksiz ve anlamsızdır. Çünkü üzülmesine veya sinirlenmesine neden olan olayların hepsi Allah'ın kontrolündedir. Bunları kişinin kaderinde bu şekilde yaratan Allah'tır ve kişinin kaderinin dışında bir başka yol, bir başka ihtimal söz konusu değildir.
Yanlış sokağa girdiği için trafik kazası yapan bir insanın, yaptığı hatadan dolayı hayışanmasının bir anlamı yoktur. Zaman geriye alınsa, yapacağı şey yine aynı sokağa sapmak ve aynı kazayı yapmaktır. Bunun için "keşke o sokağa girmeseydi" gibi konuşmalar, bu gerçeğin farkında olmamaktan kaynaklanan sonuçsuz konuşmalar olacaktır. Bir mağazada parasını çaldıran bir insan için "keşke o mağazaya girmeseydim" veya "keşke parayı cebimde taşısaydım" gibi düşünceler de aynı şekilde bir çözüm olmayacaktır. Çünkü o insanın, o mağazaya girmek, o parayı çantasında taşımak ve çaldırmaktan başka bir ihtimali yoktur. Kaderinde kişinin kendisi, belirli zamanda belirli yere gitmek ve para da çalınmak için yaratılmıştır. Bin kere geçmişe gidilse, bininde de o para mutlaka çalınacaktır. Veya insanın yaşadığı sevinçli bir olay, elde ettiği bir başarı da kaderindedir. Bu başarıyı, bu sevinçli anı, kaderinde olduğu için mutlaka yaşayacaktır.
İnsanların bir kısmı, bu gerçeği kabul etmek istemezler. Profesör Roger Penrose, bu insanları şöyle tanımlar:
Sanırım insanların bu fikre karşı gelmelerinin nedeni geleceğin bir dereceye kadar kendi kontrollerinde olduğunu zannetmeleridir. Ama buna göre eğer gelecek belirlenmişse, kontrolünüz altında değil demektir.
Allah sana bir zarar dokunduracak olsa, O’ndan başka bunu senden kaldıracak yoktur. Ve eğer sana bir hayır isterse O’nun bol fazlını geri çevirecek de yoktur. Kullarından dilediğine bundan haber ettirir. O, bağışlayandır, esirgeyendir. (Yunus Suresi, 107) …Allah’ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. (Ahzab suresi, 38) |
İnsanlar, yaşamlarının kendi kontrollerinde olmasını istedikleri için, kader gerçeğini reddederler. Oysa bunu yaparak, büyük bir yanılgı içine düşmektedirler. Çünkü insan, istese de istemese de, kabul etse de kabul etmese de, kendi kaderini yaşamaktadır. Kişinin kendi inkarı da kendi kaderindedir.
Burada şunu hatırlatmakta fayda vardır: Kadere teslimiyetle yaşamak, çok büyük bir nimet ve büyük bir rahatlıktır. İnsan, asıl, olayların kendi kontrolünde olduğunu düşünürse büyük bir panik ve sıkıntı yaşar. Çünkü gelecekteki her sorunun kendi sorumluluğunda olacağını zanneder, her olayın yükümlülüğünü üzerinde hisseder. Zorlukları tek başına çözmesi gerektiği hissine kapılır. Olayların işleyişindeki hayırları göremez, güçlükler karşısında büyük bir kabus yaşar. Kazandığı zaferleri kendi başarısı zannederek böbürlenir ve bu büyüklenme hissi, ona dünyada ve ahirette çok büyük bir zarar getirebilir. Yaşadığı zorluklar ise onu gitgide artan bir karamsarlığa, boşluğa ve sıkıntıya yönlendirir.
Oysa her olayın Allah'ın belirlediği bir kader dahilinde geliştiğini bilmek ve her ne olursa olsun tüm olayların hayır ile yaratıldığına inanmak, insanın sahip olabileceği en büyük nimetlerden biridir. Allah'ın belirlediği kadere teslim olarak yaşamak, Allah'tan razı olmak ve O'nun belirlediği her olaya gönülden teslim olmak anlamına gelir. İnsan, artık olayları kendisi kontrol ediyormuş hissinden sıyrılır, sıkıntılardan uzaklaşır, yaşanmış bitmiş olayları yaşamakta olduğunu bilir ve bunun rahatlığını ve huzurunu yaşar. Allah'ın, her şeyi hayırla yarattığını bilen bir insan için, kadere teslimiyet çok büyük bir nimettir. Çünkü sıkıntı, zorluk gibi görünen olaylar bile, sonunda büyük hayırlara sebep olacak, güzel olaylardır.
Kader anlayışını anlatırken özellikle bahsedilmesi gereken önemli bir nokta vardır. Bazı insanlar, her şeyin kaderde belirlenmiş olduğu gerçeğine sığınarak, hiçbir şey yapmalarına gerek olmadığını düşünürler. Ancak bu, son derece çarpık bir kader anlayışıdır. Her yaşadığımızın kaderimizde belli olduğu bir gerçektir. Biz daha o olayı yaşamadan önce o olay Allah Katında yaşanmıştır ve bilgisi de tüm detayları ile Allah Katındaki Levh-i Mahfuz isimli kitapta yazılıdır. Ancak, Allah her insana sanki olayları değiştirmeye, kendi karar ve seçimine göre hareket etmeye imkanı varmış gibi bir his verir. Örneğin insan, su içmek istediğinde bunun için "kaderimde varsa içerim" diyerek oturup beklemez. Bunun için kalkar, bardağı alır ve suyunu içer. Gerçekten de kaderinde tespit edilmiş bardakta ve tespit edilmiş miktarda suyu içer. Ancak, bunları yaparken kendi isteği ile yaptığına dair bir his duyar. Hayatı boyunca bu hissi her yaptığı işte yaşar. Allah'a ve Allah'ın yarattığı kaderine teslim olmuş bir insan ile bu gerçeği kavrayamayan bir insan arasındaki fark şudur: Teslimiyetli insan kendi yaptığı hissini yaşamasına rağmen, bunların tümünü Allah'ın dilemesi ile yaptığını bilir. Diğeri ise, her yaptığını kendi aklı ve gücü ile yaptığını zannederek yanılır.
Örneğin, bir hastalığı olduğunu öğrenen teslimiyetli bir insan, bunun kaderinde olduğunu bildiği için son derece tevekküllü davranır. "Allah bunu kaderimde yarattığına göre, mutlaka büyük bir hayır vardır" diye düşünür. Ama "nasılsa kaderimde iyileşmek varsa iyileşirim" diyerek tedbir almadan beklemez. Aksine, olabilecek tüm tedbirleri alır. Doktora gider, beslenmesine dikkat eder, ilaçlarını alır. Ancak gittiği doktorun, doktorun uyguladığı tedavinin, aldığı ilaçların, bunların kendi üzerinde ne kadar etkili olacağının, iyileşip iyileşmeyeceğinin, kısacası her detayın kaderinde olduğunu unutmaz. Bunların hepsinin, Allah'ın hafızasında, daha kendisi dünyaya gelmeden önce hazır olarak bulunduğunu bilir.
Allah bu gerçeği ayetleriyle haber vermiştir:
Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O'dur. Adı konulmuş ecel, O'nun Katındadır. Sonra siz (yine) kuşkuya kapılıyorsunuz. (En'am Suresi, 2)"... Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir". (Ahzab Suresi, 38)
Allah bir başka ayetinde ise "Hiç şüphesiz, Biz her şeyi kader ile yarattık." (Kamer Suresi, 49) buyurmaktadır. Sadece insanların değil, tüm canlıların, eşyanın, Güneş'in, Ay'ın, dağların, ağaçların, her varlığın Allah Katında belirlenmiş bir kaderi vardır. Örneğin kırılan bir antika vazo, kaderinde tespit edilen anda kırılmıştır. Birkaç yüzyıllık bu vazo, daha ilk imal edilirken, kimlerin kullanacağı, hangi evin hangi köşesinde, hangi eşyalarla birlikte duracağı belli olarak üretilir. Vazonun her deseni, üzerindeki her renk kaderde önceden tespit edilmiştir. Vazonun hangi gün, hangi saat, hangi dakika, kim tarafından nasıl kırılacağı da Allah'ın hıfzında yaşanmış olarak durmaktadır. Hatta, vazonun ilk imal edildiği an, ilk kez satılmak üzere vitrine konduğu an, bir evin köşesinde durduğu an ve kırılarak parça parça olduğu an, kısacası antika vazonun yüzyıllarca içinde bulunduğu her an, Allah Katında tek bir an olarak mevcuttur. Vazoyu kıran kişi, birkaç saniye önce bile bundan habersizken, Allah Katında o an yaşanmıştır ve bilinmektedir. Bu nedenle Allah, insanlara ellerinden çıkanlara üzülmemelerini bildirir. Çünkü, ellerinden çıkanlar kaderlerinde çıkmıştır ve o insanların bunu değiştirmeye güçleri yoktur. Ancak insanlar kaderlerinde meydana gelen olaylardan bir ders almalı, bunlarla eğitilmeli, bu olaylardaki hikmet ve hayırları görerek, daima, kaderlerini yaratan sonsuz merhametli, şefkatli, adaletli, kullarını esirgeyen ve koruyan Rabbimiz'e yönelmelidirler.
Bir insanın cenin hali de, ilk okuma yazma öğrendiği hali de, 35. yaş gününü kutladığı ve işyerinden emekli olduğu hali de Allah'ın Katındaki kitapta belirlidir. İnsan, kendisi için belirlenmiş kaderin dışında hiçbir şey yaşayamaz, hiçbir şey yapamaz. Bu önemli gerçekten gafil yaşayan insanlar, hayatları boyunca hep endişe ve korku içinde olurlar. Örneğin çocuklarının geleceği için çok endişelenirler. Hangi okulda okuyacağı, nasıl bir meslek sahibi olacağı, sağlığının nasıl olacağı, nasıl bir hayat süreceği gibi konularda tevekkülsüz bir gayret içindedirler. Oysa, her insanın, daha tek bir hücre olduğu halinden ilk okuma yazma öğrendiği ana, üniversite sınavında verdiği cevaplardan hayatı boyunca hangi şirkette ne iş yapacağına, hangi kağıtlara kaç kez imza atacağına, nerede ve nasıl öleceğine kadar her anı Allah Katında bellidir. Bu olayların tümü, Allah'ın hıfzında saklı olarak durmaktadır. Örneğin şu anda, bu insanın cenin hali, ilkokuldaki hali, üniversitedeki hali, 35. yaş gününü kutladığı anı, işine başladığı ilk günü, öldüğünde melekleri gördüğü an, yakınları tarafından defnedildiği ve ahirette Allah'a hesap verdiği anlar, tek bir an olarak Allah'ın Katında bulunmaktadır.
Allah'a gönülden teslim olarak boyun eğenler, hem Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmayı umabilirler, hem de dünyada ve ahirette, güven ve mutluluk içinde huzurlu bir yaşam sürerler. Çünkü, Allah'a teslim olan, Allah'ın yarattığı kaderin kendisi için en hayırlısı olduğunu bilen bir insanı üzecek, korkutacak, endişelendirecek hiçbir şey yoktur. Böyle bir insan, elinden gelen her çabayı gösterir, ancak bu çabanın da kaderinde olduğunu, ne yaparsa yapsın kaderinde yazılı olanları değiştirmeye güç yetiremeyeceğini bilir.
Mümin, Allah'ın yarattığı kadere teslim olacak, bununla birlikte karşılaştığı olaylar karşısında elinden geldiğince sebeplere sarılacak, tedbir alacak, olayları hayır yönünde yönlendirmek için çalışacak, ama tüm bunların kader içinde gerçekleştiği ve Allah'ın en hayırlısını önceden takdir ettiğinin bilinci ve rahatlığı içinde olacaktır. Kuran'da bu tavra örnek olarak Hz. Yakub'un çocuklarının güvenliği için almış olduğu bir tedbirden söz edilir. Hz. Yakup, kötü niyetli insanların dikkatini çekmemeleri için oğullarına şehre ayrı ayrı kapılardan girmeyi öğütlemiş, ama bunun Allah'ın belirlemiş olduğu kaderi asla etkilemeyeceğini de onlara hatırlatmıştır:
Ve dedi ki: "Ey çocuklarım, tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin. Ben size Allah'tan hiçbir şeyi sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben O'na tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler." (Yusuf Suresi, 67)
Allah, insanların ne yaparlarsa yapsınlar kaderlerini değiştiremeyeceklerini bir ayetinde şöyle bildirir:
Sonra kederin ardından üzerinize bir güvenlik (duygusu) indirdi, bir uyuklama ki, içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da, canları derdine düşmüştü; Allah'a karşı haksız yere cahiliye zannıyla zanlara kapılarak: "Bu işten bize ne var ki?" diyorlardı. De ki: "Şüphesiz işin tümü Allah'ındır." Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, "Bu işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki: "Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu) Allah, sinelerinizdekini denemek ve kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı). Allah, sinelerin özünde saklı duranı bilendir. (Al-i İmran Suresi, 154)
Ayette de görüldüğü gibi, bir insan ölmemek için hayır ve ibadet olan bir işten kaçsa bile, eğer kendine ölüm yazılmışsa zaten ölecektir. Hatta, ölümden kaçmak için başvurduğu yollar ve yöntemler de kaderinde bellidir ve her insan kaderindeki olayı yaşayacaktır. Allah, bu ayette de, insanlara kaderlerinde yarattığı olayların amacının onları denemek ve onların kalplerini temizlemek olduğunu belirtmektedir. Fatır Suresi'nde ise, her insanın ömrünün Allah Katında belli olduğu, rahimlere düşen bebeklerin de Allah'ın izniyle olduğu bildirilir:
Allah sizi topraktan yarattı, sonra bir damla sudan. Sonra da sizi çift çift kıldı. O'nun bilgisi olmaksızın, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta (yazılı)dır. Gerçekten bu, Allah'a göre kolaydır. (Fatır Suresi, 11)
Kamer Suresi'nin aşağıdaki ayetlerinde ise, insanın her yaptığının satır satır yazılı olduğu bildirilirken, cennet halkının yaşadıkları da yaşanmış olaylar olarak anlatılmaktadır. Daha önce de belirtildiği gibi, cennetteki gerçek hayat bizim için gelecektir. Ancak, cennette olanların yaşantıları, sohbetleri, ziyafetleri şu anda Allah'ın hıfzında bulunmaktadır. Biz doğmadan önce de tüm insanlığın dünyadaki ve ahiretteki geleceği Allah Katında bir an içinde yaşanmıştır ve Allah'ın hıfzında muhafaza edilmektedir:
Onların işlemiş oldukları her şey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük, büyük her şey satır satır (yazılı)dır. Hiç şüphesiz muttakiler, cennetlerde ve nehir (çevresin)dedirler. Çok kudretli, mülkünün sonu olmayan (Allah)ın yanında doğruluk makamındadırlar. (Kamer Suresi, 52-55)
Kuran'ın bazı ayetlerinde, olayların bizim için gelecekte olduğu ama Allah'ın Katında yaşanmış olduğu haber verilir. Örneğin, ahirette insanların Allah'a hesap vereceklerinin bildirildiği bazı ayetler, çoktan olup bitmiş olaylar olarak anlatılmaktadır:
Sur'a üfürüldü; böylece Allah'ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa kalkmış durumda gözetliyorlar. Yer, Rabbi'nin nuruyla parıldadı; kitap kondu; peygamberler ve şahidler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi... (Zümer Suresi, 68-69)İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler... (Zümer Suresi, 71)... Korkup-sakınanlar da, cennete bölük bölük sevk edildiler... (Zümer Suresi, 73)
Bu konudaki diğer örnekler ise şöyledir:
(Artık) Her bir nefis yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir. (Kaf Suresi, 21)Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, 'sarkmış-za'fa uğramıştır.' (Hakka Suresi, 16)Ve sabretmeleri dolayısıyla cennetle ve ipekle ödüllendirmiştir. Orada tahtlar üzerinde yaslanıp-dayanmışlardır. Orada ne (yakıcı) bir güneş ve ne de dondurucu bir soğuk görürler. (İnsan Suresi, 12-13)Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir. (Naz'iat Suresi, 36)Artık bugün, iman edenler, kafir olanlara gülmektedirler. (Mutaffifin Suresi, 34)Suçlu-günahkarlar ateşi görmüşlerdir, artık içine kendilerinin gireceklerini de anlamışlardır; ancak ondan bir kaçış yolu bulamamışlardır. (Kehf Suresi, 53)
Maddenin Aslı ve Kader Gerçeği, İnananlar İçin Büyük Bir Nimettir
Allah'a inanan, O'na iman eden ve her şeyin yaratılmış olduğunu görebilen insanlar için maddenin aslını bilmek, çok büyük bir nimettir. Bu sırrı kavrayan bir insan için ölüm, ahiret, cennet, cehennem gibi konular anlaşılmış, "Allah nerede?", "cennet cehennem nerede?", "cennet ve cehennem şu anda var mı?" ve bunlar gibi sorular kolayca yanıtlanmış olur. Allah'ın tüm evreni nasıl bir sistemle yoktan yarattığı, sürekli olarak yoktan yaratmakta olduğu anlaşılmıştır. Hatta öyle ki, bu sır sayesinde "ne zaman" ve "nerede" gibi sorular anlamsız hale gelir. Çünkü gerçekte, ne zaman ne de mekan vardır. Yaşanacak olaylar zaten yaşanmıştır. Bunlar için hayışanmak, üzülmek, sıkıntı duymak mantıksız ve anlamsızdır.
Bu sırların anlaşılması, insanın her zaman yaşamakta olduğu dünya hayatını bir anda bir nevi cennet hayatına dönüştürür. İnsanın dünya üzerindeki en büyük sıkıntı sebebi olan tüm maddesel endişe, kuruntu, şüphe ve korkular kaybolur gider. Tek mutlak varlığın alemlerin Rabbi olan Yüce Allah olduğu ve O'nun dışında "hiçbir varlığın gerçekte var olmadığı" anlaşılır. İnsan, tüm evrenin tek bir Hakim'i olduğunu, O'nun maddesel dünyayı dilediği gibi değiştirdiğini ve yapması gereken tek şeyin O'na yönelmek ve O'nu dost edinmek olduğunu kavrar. Artık o, "her türlü bağımlılıktan özgürlüğe kavuşturulmuş olarak" (Al-i İmran Suresi, 35) Allah'a teslim olmuştur.
Bu büyük sırrı kavramak, dünyada, bir insanın sahip olabileceği en büyük nimetlerdendir.
Allah, insana en yakındır. Allah, insanı yaratan, O'na Kendisi'nden bir ruh verendir. Yani insanın "ben" dediği varlık, Allah'ın bir tecellisidir. Allah, insanın her yaptığını, her düşündüğü bilir; tüm bunları Allah yaratır. Algılatan, yaşatan, gösteren, hissettiren, düşündüren, sevindiren, mutlu eden Allah'tır. İnsanın yaşadığı her an, Allah dilediği içindir. Karşılaştığı her olay, Allah'ın belirlediği şekildedir. İşte gerçek budur. İnsanın, Allah'tan başka hiçbir dostu, hiçbir varlığı, hiçbir yardımcısı yoktur. Tek mutlak varlık Allah'tır. O'nun varlığı, tüm alemlere hakimdir, her yeri kaplamıştır. O'ndan başka hiçbir şey yoktur. Kendisine sığınılacak, kendisinden yardım istenecek, karşılık beklenecek Tek varlık Yüce, Büyük ve Ulu olan Allah'tır. Allah, Kuran'da şöyle buyurur:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka İlah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. Gözler O'nu idrak edemez; O ise bütün gözleri idrak eder. O, latif olandır, haberdar olandır. (Enam Suresi, 102-103)